22 Ekim 2017 Pazar

Çölde Bir Kelle Avcısı

Bu hikâye, bloga yazdığım ilk hikâyeydi hatırlarsanız. Her gün parça parça atıp bitirmek için kendimi teşvik ediyordum.

Bitmedi.

Söylemekten bir miktar utansam da bitiremedim sıçtığımın şeyini. Sonra buradan kaldırıp wattpad'e attım, orada da bitirmedim. Oradan da sildim.

Şimdi buraya da, şimdiye kadar yazdığım bölümleri atıyorum. Bir gün belki devam ederim. Buraya son attığımdan beri ufak değişiklikler yaptım ama bu kadar okumanıza değer mi bilmiyorum.

Sövmeyin.

————————————————————————

  Bandanayı ağzına çekti. Doğduğundan beri içinde olduğu bu topraklar onu doğduğundan beri rahatsız ediyordu.

  Çorak Diyarların Kelle Avcısı Gondar. Kum ve Rüzgâr'ın Oğlu. Ailesini hiç tanımamıştı gerçi. "Sen ucubelerden çıkma bir garipten başka bir şey değilsin." demişti ustası; kellesi sayaç tarafından koparılmadan önce. Para verildiği sürece kimi öldürdüğünün önemi yoktu. Bunu ona ustası öğretmişti.

  Yarım saat dolmuştu ve av hala gelmemişti. Güneşin altında bir kum tepeciğinin zirvesinde beklemek pek iç açıcı bir deneyim sayılmazdı açıkçası, çöl düz ve ıssızdı, Gondar kum rengi giyinmişti ama sayacın kızıl parlayışını saklayamaz ya da adamtutanın kancalarını gizleyemezdi. Bu kılıçların bir ismi vardı. Onları kuma gömmek saygısızlık olurdu ve bu gidişle birkaç yüz metre ötede giden kervanlar onu fark edecekti. Kelle avcılarının da başında ödüller olurdu. Bandanasını daha yukarı çekti.

  Derken avı geldi; ama ufak bir pürüz vardı. "Bu kahrolasının bir karısı olmamalıydı!" diye düşündü. Avı olacak tüccarı günlerdir takip edip boş bir anını yakalamaya çalışıyordu, sonunda da fırsat karşısına çıkmıştı fakat hiç öyle kolay satar mı kendini kader, meğersem karısı varmış adamın ve günlerdir çıkmamış deve sırtındaki tahtırevanından!

  Bu durum öyle kızdırdı ki Gondar'ı dostlar, o sırada ondan tarafa baksa birisi, kızıl gözlerinin parlaklığından şeytan yeryüzüne indi sanardı.

  Şeytan yeryüzüne yüzyıllar önce gece gezen bir vampir formunda inmişti gerçi ya, konumuz bu değil.

  Bu durum canını sıktı çünkü hesaplarda kesinlikle yoktu. Gondar'ın diyar boyunca en saygı duyulan kelle avcısı olmasının nedeni kopardığı kelle sayısı değil, işini hata oranı neredeyse sıfır olarak yapmasıydı. Bundan sekiz döngü önce ortadan kaybolan Meepo Beşlisi'nin sırrını işvereniyle kendi dışında kimse bilmiyordu.

  Bir gün Rüzgâr Kalkanı'nda kafayı çok fena çekip olayı tüm meyhaneye anlatana kadar tabii. Fakat dediğim gibi, konumuz bu değil.

  Gondar'ın işini bu kadar profesyonelce yapmasının nedeni koşulları iyi araştırıp yapacağı her hareketi planlamasıydı. Plana göre adam kervandan ayrılıp evine giderken onu takip edecek, bir çocuk çığlığı kopararak dikkatini çekecek, kasabanın en kör noktasına getirecek ve boğazına incecik bir kesik attıktan hemen sonra kumaşını bastırarak kanamayı durduracak, adamla birlikte gölgelere karışıp gidecekti.

  Lakin papaz her gün pilav yemez. Tüm muhbirleri aksini söylemesine rağmen adam yalnız yaşamıyordu ve bu da işini gizli bir şekilde yapmasını, şu an için imkânsız kılıyordu. İşi gereği çok sabırlı olmasına rağmen muhbirlerinin yanlış bilgi vermesi ve günlerce boşa beklemek, sinirine dokundu.

  Ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu zira ondan tarafa atılan bakışlar git gide artıyordu.

  Bir süre düşündü, kararını verdi. Bulunduğu kum tepeciğinden ayrılıp adamın evinin karşısındaki harabeye girdi. Zede'yi çıkartıp beklemeye başladı.

————————————————————————

  Kum tepeciğinde bekle, viranelerde bekle, gölgelerde bekle, orada bekle, burada bekle, bekle, bekle.

  Kelle avcılığının sıkıcı yanı da buydu işte. Tüccarla karısı -neyse ki peydahladıkları bir çocuk yok!- üç saat önce eve gelmişlerdi ama Gondar doğru anı henüz bulamamıştı. Sol elindeki keserdöneri Zede'yi çevirmekten bileği saatlerdir tekrarladığı aynı hareketi istemsizce yapmaya başlamıştı. Biraz da bunu engellemek için, ama daha çok sıkıldığından, koluna bir çizik atıp agave özütü döktü ve bandajladı.

  Agave özütü denen mereti çölde susuzluktan kafayı yiyen birisi agave kaktüsünü yarınca bulmuştu. Yüksek oranlarda alkol içeriyordu ve insanın canını epey yaksa da kafayı bulmak kadar yaraların dezenfekte edilmesinde de etkiliydi.

  Aslında içkinin asıl olayı tuz ve misket limonuylaydı, fakat henüz bundan haberleri yoktu.

  Her neyse, Gondar açıkçası yarasının acısıyla biraz kendinden geçmişti. Yemek almayı unutmuştu ve tepede saklanmaya başladığından bu yana bir günden uzun süredir bir şey yememişti. Çölde yetişen birinin açlığa ve susuzluğa dayanıklı olması beklenir ama Gondar küçüklüğünden beri istediği yiyeceği ve suyu her zaman bulmuştu ve kendi isteğiyle olmadıkça da bunun sıkıntısını çekmemişti. Bu yüzden şimdi başı dönüyordu, işi hemen bitirmezse yığılıp kalacağını farketti -aptal kadın, bir ayrılmıyor ki yerinden!-.

  Derken kadın sonunda çöreklendiği divandan kalkıp mutfağa girdi. Çorak Diyar'da pencerelerde cam değil, güneşi engelleyen ve rüzgârı içeri alan tülbentler olurdu. Gondar yerinden kalkıp ağır ağır yaklaştı, sol eline yeniden Zede'yi almıştı. Kadın -ne de besili! tüccar karısı olmak vardı dünyada- elinde bıçağıyla yeşil bir çeşit et doğruyordu.

  çok yakınnhh... evett... zedeyle boynunu yarıp hemen içeri atlarsam, adam da farketmez, ikisini de alır çıkarımmh!

  En azından plan buydu fakat kadın bir an için arkasını döndü ve penceredeki Gondar'la göz göze geldiler. Gondar kadının yüzündeki dehşeti görünce sonraki hareketinin bir çığlık koparmak olacağını anladı ve Zede'yi fırlattı.

  Çok yakındı. Plan hâlâ işleyebilirdi, kadın öldükten sonra içeri girip adamı da öldürebilirdi. Eğer Zede, boğazı iki santimle ıskalamasaydı.

  Bıçaklar kadının kürek kemiklerinin ortasına saplanmıştı ve haklı olarak deli gibi çığlık atıyordu. Gondar hemen oradan gitmeliydi fakat Zede'yi bırakmasıyla duvara imzasını atması arasında fark yoktu. Adam mutfağa doğru koşturuyordu, çığlığı duyan herkes de birazdan eve toplanacaktı.

  kahretsinkahretsinKAHRETSİN!

  Kararını verdi. Pencereden içeri atlayıp Zede'yi kaptı ve o sırada kapıya kadar gelmiş olan tüccarı görünce cebinden Dagon'u çıkarttı.

  Çok hızlı ve bir o kadar da gürültülü oldu. Dagon, büyünün ve teknolojinin bir arada çalışabileceğinin kanıtı, mistik bir aletti. Obsidyen kısa bir asanın ucuna oturmuş ters ve tabansız bir piramitti basitçe, zaten nasıl çalıştığını büyük ihtimalle ancak Aghanim biliyordu. İşlevi, bir anda çok güçlü bir ısı ışını ileterek hedefi kül etmekti. Yalnızca işlevini bilseydiniz mükemmel bir alet olduğunu sanabilirdiniz fakat -tanrı bilir neden- bunu kullandığında Gondar çok üşüdüğü ve daha önemlisi, evinizin içine yıldırım düşmüş gibi bir gürültü kopardığı için genelde kullanmazdı.

  Evet, bu alet gerçekten gürültülüydü. Gondar'ın kulakları tıkanmıştı ve çevresini bulanık görüyordu, kadın yanıbaşında kanlar içinde yatıyordu ve tüccarın olduğu yerde küller uçuşuyordu. Kulağına gelen uğultulardan birilerinin yaklaşmakta olduğunu anladı. Son bir kuvvetle pencereden atladı ve yere yığıldı.

————————————————————————

  ...o sırada, kasabadan birkaç mil uzakta...

  "Bu saatte böyle çorak topraklarda ne arıyorsun keçicik? Sakata gelirsin mazallah, etraf benim gibi serserilerle dolu!"

  -keçicik mi? ahhahahhahahha!! şu aptala bak hele, suikastçıların ağa babası büyük rikimaru'ya keçicik diyor! tamam boynuzlarım var da, toynaklarım o kadar büyük değil ki benim...-

  Üç ay, iki hafta ve sekiz gündür kendi yazdığı Gölgeler Kitabı'nı çalan hırsızı arıyordu Rikimaru, iziniyse üç hafta önce bulmuştu.

  -iki dakika sıçmaya gidiyoruz, başımıza gelene bak! allahın götü boklu kelle avcısının elinde harcanacak kitap mı lan o! zaten koca kitaptan sade gölgelere karışabilmeyi öğrenmiş, onu da düzgün yapabilse bari. puşt.-

  İzini, Tarabal sınırındaki bir tüccarla muhabbet ederken bulmuştu. Meepo Beşlisi'nin kayboluşunu anlatıyordu:

  "Hepsi bir anda kaybolmuş be birader, beşi birden! Madende öteki geomancer'larla kristal arayışındaymış, ikisi diğer madencilerle konuşuyormuş hatta. Sonra bir anda, puf! Panikle koşuşturmuş madenciler, her tarafa bakmışlar ama birini bile bulamamışlar.
  "Geçenlerde kelle avcılarından Gondar bir hikâye anlatmış Rüzgâr Kalkanı'nda, sözde o beşi aslında tek kişiymişmiş de, birini öldürünce diğerleri de ölmüşmüş. Nasıl kaybolduklarını sorunca da şöyle bir gerinmiş, meslek sırrı demiş. Palavranın daniskası!"

  -itoğluna bak sen, meepo'nun sırrını da bilirmiş! kelle avcısı gondar demek...-

  İlk gördüğü meyhanede durup Gondar'ı sormuştu sonra, barmen, ona sanki kumun ne renk olduğunu sormuşçasına bakmıştı.

  "Çorakdiyar'daki en iyi kelle avcısıdır o, avını nereye kadar gerekirse izler, sabırlıdır ve asla iz bırakmaz. Son zamanlarda işleri daha da açılmış diye duydum hatta, sanki yeni bir güç keşfetmiş gibi. Zaten bir çalımla yürüyor artık, görsen inanamazsın! Tarabal'ın iç kesimlerindeki Naas'da yaşar.

  "Fakat duymamana şaşırdım aslında, yabancısın herhalde?"

  -demek naas... çok uzak bee! kaç haftalık yol... neyse, izini bulduk bari. şimdi saksıya fesleğen gibi oturtmaz mıyım seni arslanım?-

  Evet, kaç haftalık yoldan geliyordu ve önünde de çok azı kalmıştı artık. Bu kadar az yolu kalmışken karşısına çıkan bu lavuk, bir bakıma eğlendiriyordu onu.

  "Dengesiz duruyorsun."

  "..ney?"

  "Kuyruğumun ulaşabileceği bir mesafedesin ve" kuyruğuyla bacaklarına vurup adamı yere düşürür "bacakların çarpık duruyor. Yankesicilik de ayağa düşmüş arkadaş, tiplere bak! Kalk ayağa, sana soracaklarım var!"

  Bu minyon tipli heriften dayak yemeyi beklemeyen serseri afalladı ama keçinin belindeki hançerleri görünce ayağa kalktı.

  "Gondar nerede?"

————————————————————————

  Gondar pencereden atladıktan sonra babalara gelebilirdi. Güruhtaki birileri onu görebilir, boynuna bilezik gibi geçirebilirdi.

  Lakin Gondar efendinin de kendi yöntemleri vardı. Pek de hatırlamadığı bir zaman önce, kuzeydeki Crast Dağı'nın eteklerinde gezinirken, kimin olduğunu bilmediği bir eve denk gelmişti. Evin dışındaki kapısı hilalli tuvalet kulübesinden mırıltılar geldiğini duyunca bir risk alıp içeri girmişti.

  Dürüst olmak gerekirse o sırada anlaşmazlık yaşadığı bir komutandan kaçıyordu ve gördüğü ilk deliğe dalmıştı.

  Evde kimse yoktu. İçerde bir süre gezindi; kaliteli hançerler, mor bir pelerin, sis bombaları, biri kızıl ve kalın, diğeri yeşil ve ince iki kılıç ve türlü çeşitli zerzevat. Bunlardan evin sahibinin boş birisi olmadığını, yüksek ihtimalle suikastçı olduğunu, hatta hiçbir yerde arma görmediğinden anladığı kadarıyla loncasız bir sürgün ya da henüz çırak olduğu sonucunu çıkardı. Durum her iki şekilde de aleyhineydi ve evden hiçbir şey almadan ayrılmaya karar verdi fakat masada duran simsiyah kalın kitabı görünce bir göz atmadan gitmek istemedi.

  gölgeler kitabı ha.. yazar, rikimaru.. hele hele! şimdi kitabı alsam peşime düşer de, çok da ilgimi çekti. ne yaps- allah tıkırtılar geliyo!

  Pek zamanı yoktu, o da kitabı kaptığı gibi çıktı pencereden. Koşabildiği kadar hızla, tabii izlerini de silerek bir yandan, dağdan inip birkaç mil ötede bir meyhaneye rastlayana kadar durmadı.

  Oraya girmedi tabii, meyhaneler gitmeyeceğinden emin olduğunuz muhbirlerdir. Bir duvara yaslanıp kitaba biraz göz gezdirdi.

  "Bu kitapta gerçekliği kırıp gölgeyle ışığın arasında gezinmeyi öğretecek olan Rikimaru, çıkacak aksiliklerden hiçbir sorumluluk kabul etmez!"

  hele hele! gölgelerde gezinmek diyorsun. bakalım öyleyse neyin nesiymiş bu kitap riki efendi..

  Kulağa çok hoş geliyordu fakat yöntemler o kadar da basit değildi tabii, hatırlayamadığı bir zaman önce aldığı bu kitaptan, şimdiye kadar ancak Gölge Yürüyüşü denen tekniği öğrenmişti. Basitçe açıklamak gerekirse, bu teknikle kısa süreliğine de olsa, kendinizi canlı evrenin aciz gözlerinden saklayabiliyordunuz. Pek tabii normalde bu teknik hareketle bozulmadığı halde Gondar henüz bunu başaramıyordu. Yine de bu da bir ilerlemedir.

  İşte pencereden atladığında da gölgelere karışmıştı Gondar, uyandığında üstü kumla örtünmüştü ve başı bedenini reddediyormuşçasına ağrıyordu. Kalkıp bir süre silkindi, baş dönmesinin geçmesini bekledi. Sonra da dışlanmışların meyhanesi Rüzgâr Kalkanı'na yollandı.

————————————————————————

  "Oo Gondar, vay benim anam babam! Nerelerdesin?"

  Pandaren meyhaneci Mangi, her zamanki gibi samimiyetini sonuna kadar kullanarak yaklaşmıştı Gondar'a. Meyhanedeki tek iyi şey de o sayılırdı zaten, bir de sonu gelmez Sarsaparilla stoğu.

  Aslında bir han olsa da, gelip geçen pek olmadığı için genelde meyhane olarak kullanılıyordu. Bulunduğu kasaba, en azından bilinen dünyanın, en büyük çölü olan Tarabal'ın ortasında olduğunundan mütevellit, her daim kum fırtınaları olurdu. Rüzgâr Kalkanı, isminin hakkını veriyordu anlayacağınız.

  Bu kadar tuhaf bir yerleşkenin sakinleri de tuhaftı tabii. Meyhanenin karanlık bir köşesine sinmiş, belli ki yol yorgunu bir insan -büyük ihtimalle kolcu-, zeminde sızıp kalmış yarasa-ayı kırması tuhaf bir mahluk, her yerden fırlayan bir avuç goblin ve çölün standart sakinleri, bir isimleri yoktu ama eğri kılıçları ve ne idüğü belirsiz, tüm vücutlarını kaplayan, kapkara ve maskeli kıyafetleriyle onların ayırdına varmak zor değildi. Kimileri kıyafetlerin teri içme suyuna çevirdiğini iddia ediyordu velakin henüz kimse bu çöl insanlarını ölü ele geçirme şerefine nail olamamıştı.

  "Sorma be ihtiyar, ne saçma olaylar yaşadım bir bilsen."

  "Son avını kaçırmışsın duyduğuma göre?"

  lich king'in dönüşü böyle hızlı duyulmadı ulan!

  "Senin de ağzında bakla ıslanmıyor be pandam. Çek bana şurdan bir Sarsaparilla, bir kum yuttum ki inanamazsın."

  Gondar içkisini yudumlayadursun, mor kukuletalı bir adam girdi içeri, ya da ona benzer bir şey. Epey kısaydı, adımlarıysa sessizdi ve neredeyse sekerek yürüyordu ki, zorlasak koşma bile diyebilirdik. Yüzü belli olmuyordu ve adamın göze batan tek tarafı boynundaki parlak yeşil kolyeydi. Gondar, kolyeyi görünce nedense huzursuz oldu. Adam ona doğru yaklaşıyordu. Biraz düşündü, sandalyesinden geri kaydı, sessiz ve hızlıca karanlık bir köşeye geçti ve gölgelere karıştı.

  "Ahaha! Tipim seni çok korkuttu herhalde. Servis vermeyecek misin bana Şişik?"

  Adamın barmene hitabından sonra, bir süre kimse tek kelime etmedi. Adam barmenin gözlerinin içine bakıyor, sırıtıyor, bu sırada ötekiler onları süzüyordu.

  "Tipin çok tekinsiz yabancı, buradakilerle kıyaslayınca bile. Pelerininin kumaşına bakarak çok uzaklardan geldiğini söyleyebilirim. Buraya belli bir amaçla geldiğin çok belli. Söyle, nedir amacın?

  "Direkt sadede gel diyorsun, ama öyle hiç zevki kalmaz ki! Kaç zamandır bu amacın peşinde koşup duruyorum benim siyahlı beyazlı arkadaşım, biraz eğlenmek benim de hakkım bence."

  Gondar'ın olduğu köşeye bir göz atıp sırıtır.

  "Ama burada eğlenmek için gereksiz muhabbetlere gerek yok sanırım. Baksanıza, şu aptal kelle avcısı, benim yöntemimle benden kaçabileceğini sanıyor!"

  Son sözüyle meyhane ayaklanır, herkes kukuletalı yabancının üzerine yürür fakat o anda ortalığı mor bir sis kaplar. Kimse önünü görmez, görenin kulağı işitmez.

  hassiktir! dünyanın yarısı boyunca peşimden gelmiş deli! kimden neyi çaldım lan ben?!

  Deli gibi paniklemiştir Gondar, Rikimaru'nun gelişi son derece beklenmediktir onun için ve kesinlikle hiçbir planı yoktur. Kılıçlarını çekip etrafını dönmeye başlar fakat bir türlü göremez hasmını, derken, boğazında bir bıçak hisseder.

  "Görünmezken hareket edecek seviyeye ne zaman ulaştın, çaylak?"

————————————————————————

  Bir haftadır çölde gidiyorlardı; daha doğrusu Riki önde gidiyor, Gondar sürükleniyordu - kolları elinden omzuna sarmal sarılıp düğümlenmişti ve sürükleniyordu. El kadar keçinin peşinden sürüklenen bir çöl varlığı komik ve saçma bir görüntü oluştursa da, dünyada daha saçma şeyler de vardı. Amiral'in iki kızından birinin buz rahibesi, diğerinin alev sultanı olması gibi.

  Fakat konumuz bu değil. Gondar şimdi önündeki mor kürklü mahluğa itaat etse de, bu hep böyle olmamıştı tabii...


flaşbek hesaabı





  "GÖLGELER KİTABIMI ONU BUNU DİKİZLEMEK İÇİN Mİ KULLANIYORSUN LAN?!"





  Domuz bağı yüzünden hareket edememekten kudurmuş Gondar'ın ağzına bir tekme atar.





  "BİNYILLARIN SUİKASTÇI SIRLARI SENİN AYIN OYUNUN İÇİN Mİ KAĞIDA DÖKÜLDÜ PEZEVENK!"





  Öfkesinden açık veren Riki'yi, Gondar yuvarlanarak yere atar.





  "SAHİP ÇIKSAYDIN DA ÇALDIRMASAYDIN LAN O ZAMAN! SIÇARKEN KİTAP MI ÇALDIRILIR?!"





  Tabii uzun sürmez, birbirlerinin boğazına sarılırlar.





  "HHNNGGSKKTTM!!"





  "SSKKMMMNNHHH!!"





flaşbek hesaabı





  Böyle ufak atışmalar sonucu, karşısındakinin yalnızca afilli bir keçi olmadığını anlamıştı Gondar. Mücadeleden vazgeçip kendini kadere bırakmıştı. Yine de yol boyu karşısına çıkan her kaçma fırsatını değerlendirmeye çalışmıştır...





flaşbek hesaabı





  Artık mola verilmiş, kamp ateşinde koyu kızıl bir et pişmektedir. Gondar'ın elleri henüz çözünmemiş olsa da, umutludur hâlâ. Çok uzaklardaki kum tepelerinde, yıldırım hızıyla ateş topçukları sekmektedir..





  "Benim seninle bir derdim yok aslında Gondar, ikimiz dünyanın iki yakasındayız zaten. Ben de tarikatten sürüldüğümden beri tek başıma yaşıyordum o dağ evinde, canım sıkıldı bir kitap yazayım dedim. Hiçbir suikastçının öyle bir kitaba ihtiyacı yoktur ki, öğrendikten sonra bütün hareketler refleks olur onlar için. Bunu yazmam da hataydı anlayacağın-





  ohaa... adam kudurmuş lan yalnızlıktan! bana bile yavşıyor.. neyse suyuna gideyim.





-Evet abi haklısın.
-Ney?
-...ney ney?
-Neyde haklıyım oğlum?
-...yani...ben de olsam yazardım heralde...
-...haa onu diyosun.





  o nasıl suyuna gitmekti hayvan herif?! yapacağın işi s@&#€





  Muhabbet Riki'yi sarmıştır ve Gondar'ın ateşe yaklaştığını fark etmemiştir. Eh be Riki, insan esiriyle muhabbet eder mi hiç?





-Abi yanlış anlama da yalnızlıktan kafayı yemişsin sen bence?
-Diyosun?
-E kim o kadar yıl tek kalsa kafayı yer. Tarikat seni bıraktı da, başka hayat yok mu abi? Allahaşkına?
-...sen de haklısın lan. Bilemedim oğlum işte, başta güzel geliyordu, sonra da çıkmaya korktum. O açıdan iyi oldun bana b- Lan!





  Ateş ipleri sarmış ve Gondaroğlan, yarınlar yok gibi koşmaktadır.





  Lakin bu koşusu uzun sürmez, bir an etrafındaki zamanın yavaşladığını hisseder, sonra maddi bedeni donar kalır.





  hhhfffsssss.... nnnooollluyyoorrhhh?!





  Tarikatçilerin çok ilginç silahları vardır, bunlardan biri de Eter Bıçağı'dır. Kimin yaptığı bilinmese de yüksek ihtimal Merkür varlıklarının bir eseri olan bu bıçak, saplandığı yere maddi bir hasar vermese de, bedeni ruhtan kısa süreliğine ayırırdı. Tabii büyüler ruha çok daha fazla vurduğu için bu kısa sürede beden hasar almasa da, ruha onulmaz zararlar verebilirdi.





flaşbek hesaabı





  Neyse ki Rikimaru bunu yalnızca Gondar'ı yakalamak için yapmıştı. Şimdi çölde öylece gidiyorlardı, ikisi de suskun.


Colossus'un Gölgesi / 1

"Diş fırçanı aldın mı?"
"Aldım."
"Ya havlunu?"
"28 yıldır bu işteyim hayatım. Her şeyimi aldım, merak etme."

  Evet, 28 yıldır farklı galaksilerde, yaşanabilitesi olan veya olmayan her türlü gezegenden bilimum kayacın, mineralin, yüzeydeki gaz tabakasının, varsa sıvıların, biyolojik dokuların örneklerini topluyorum. Mesleğimiz literatürde uzay kâşifliği olarak geçiyor. Halk ise bize ışık getirenler diyor, bence saçma bir isim. Bilgi her zaman karanlığı aydınlatan ışık değildir ki. Tazılar üç yüzyıl önce Dünya'ya gelip birbirimizin kökünü kurutmamıza şahit olduklarında, bu onlar için neyi aydınlattı? Axell Alpha'nın milyon yıllık efendi ırk - köle ırk ilişkisini gördüğümüzde, daha doğrusu bizi Federasyon'a sokan dostlarımız olarak onlar bunu gözümüze soktuğunda, bu bize ne kattı? Milyon yıl uzaklıktaki mesafeden buraya o cüzzamlı yaratıkları getirdiğimde, Dünya benden intergalaktik bakterilere karşı korunmayı mı öğrendi? Bundan önce yüzlerce kurban vererek tabii? Ben kendime kurye diyorum bu yüzden. Dış dünyalardan paket getiriyorum ve iyiliğini kötülüğünü genelde bilmiyorum bile. Zaten gittiğimiz yerlerin neredeyse tamamı Federasyon'la anlaşmalı kâşif takası yapan gezegenler olduğu için işimiz basit bir doku kültürü taramasından öteye geçmiyor.

  Ama bu sefer farklı. Keşfedilmemiş bir gezegene, tehlikeli bir görevle gidiyoruz ve 28 yıldır beni yolcu eden karım, bu sefer kolumu bırakamıyor. Şansım varsa onu yılda bir defa görüyorum ama bu beni çok mutlu ediyor. Her eve gelişimde, yüzlerinde duvarın arkasından hissedebileceğim somut bir heyecanla bekleyen ufacık kızım ve onun çocuksu annesi yerine duvarlardaki sessiz yankılarla karşılaşsaydım, çıldırırdım.

  Saat gecenin ikisi ve biricik kızım o melek uykusunun başlarında daha. Beni yolcu edecekti güyâ, yine dayanamadı bıcırık. Çıkmadan önce içeri girip kızımı son bir kez öpüyor ve tertemiz kokusunu içime çekiyorum. Doğduğu zamanki kadar güzel geliyor burnuma, bir o kadar da masum ve savunmasız. Kendimi bildim bileli bir kızım olsun istemiştim ama bu dolu olduğu kadar boş evrene onu getirmekle iyi mi ettik, bilmiyorum. Karımla aldığımız bu karar kesinlikle bencilceydi.

  Sırtımda bavulumla dışarı adımımı atıyorum. Trafik lambalarında bir logo durmaksızın yanıp sönüyor, Dünya ve hemen önünde zincire vurulmuş bir meşale.

  Prometheus ve Atlas. Bizi devletin boyunduruğundan kurtarmak isteyen iki siber korsan. Şimdiye kadar orada burada değiştirdikleri sistemlerle halka zarar vermekten başka bir şey yapamamış iki sahtekâr, yüksek ihtimalle iki başarısız bilişim öğrencisi. İnsanlar kendilerini yüzyıllar önce yazılmış karanlık gelecek senaryolarına öyle kaptırdılar ki, sakin bir gelecek bazılarına imkânsız görünür oldu fakat sürpriz, gelecek yaşamasını bilene gayet yaşanabilir bir yer. Yüksek teknoloji - yüksek yaşam diyemem ama orta yaşam'ı karşılıyor en azından.

  Zaman yolcusu falan değilim, yanlış anlamayın. Eski zamanın klasiklerini çok sevmişimdir yalnızca. Bu da yaşamadığım bir geçmişe özlem duymama yol açtı.

  Otobüs durağına geliyor ve beni yıldız gemime götürecek otobüsü beklemeye başlıyorum, ayakta tabii. Banklarda, her zaman olduğu gibi bir Slofrom var. Federasyon kuralları gereği üye gezegenler öteki üye gezegenlerden misafirleri kabul etmek zorundadır, misafir bir doğal düşman değilse. Bu tombiş pembe ırkın tek düşmanıysa yine kendileri; hareketsizliklerinden gezegenleri çekirdeğine doğru çöküyor. Dışarıdan bakınca oldukça komik bir durum.

  Gözlerim ışıklardan yorulmaya başladı ve otobüsüm hâlâ gelmedi. İlk ilkel otobüs bulunalı bin yılı geçti ve ben, başka bir gezegene gitmek için otobüs bekliyorum. Hayatın tuhaf bir espri anlayışı var. Lenslerimin kontrastını artırıyorum, fazla ışık bu yaşlı gözlerde ağrı yapıyor.

  Otobüsüm önüme konuyor sonunda. Biraz itiş kalkışla da olsa biniyor ve gözlerimi kapatıyorum. Axell Alpha'daki dostlarımız bize maddenin boşluklarından geçmeyi öğrettiğinde, bu teknolojiyi ilk olarak arabalarda kullandık. Bir çocuk gibi. Araçla belirlenen mesafeleri üç boyutta saniyeler içinde alıyorlar ve önlerine Dünya dışı sıkı dizilimli elementler çıkmadıkça da durmuyorlar. Yine de yapıtaşlarınıza kadar içinizde neredeyse hiç boşluk kalmaması, takdir edersiniz ki daraltıcı bir his.

  Hangar girişinde kısa bir taramadan sonra benim Remy String olduğuma ikna oluyorlar ve Kolezyum kod adlı gezegene gitmek üzere gemime biniyorum.


Yangın

  Yanıyor.

  Yatağımın önündeki yeşil dolabım, duvarlardaki oyun posterlerim, kitaplığımdaki bir ton kitap, kitaplığım, sağındaki bilgisayar masam, bilgisayarım, yatağım.

  Hepsi yanıyor, ben de yanıyorum.

  Huzursuz bir uykudan uyandım, boğazım kurumuş ve gözlerim zar zor açılmaktaydı. Önce çıtırtılar geldi kulağıma, gözkapaklarım kalktıkça da odamın kızıl-turuncu spektrumunu gördüm. Duvarlarım kızıl olsa da, ve de masam, sandalyem, aynada baktığım insan, bu farklı bir kızıldı. Kırmızının o güzel sıcaklığını hissetmiyordum. Yaşıyordum. O an fark ettim bir şeylerin ters gittiğini.

  Ablamın yatağına baktım önce. Yarısı solundan içeri çökmüş, üstünde kömür karası bir insan modeli yatıyor, havaya keskin bir yanık et kokusu hakim. Koku gittikçe yoğunlaşıyor, etten plastiğe doğru ilerliyor, ciğerlerimi baskılıyor. Ablam güzeldi, zekiydi, eğlenceliydi. Benimki gibi kızıl kıvırcık saçları ve yumuşak hatlarıyla, çocuk gibiydi ablam. Daha birkaç saat öncesine kadar, tıkır tıkır işleyen bir organizmaydı. Şimdiyse kara kuru bir yığın. Ablama üzüldüm o an.

  O an çığlıklar falan bekledim anamdan babamdan ama gelmedi, onlar da odun kömürüne dönmüşlerdi herhalde. Doğ, büyü, yaşa. Evin olsun, işin olsun, eşin olsun. Seni sevenler olsun, bir iz bırak yaşamda. Sonra git, mal gibi öl. Olacak iş miydi bu?

  Kalksam kurtulurum belki ya, içimden hiç gelmiyor be. Ölmek istemiyordum ama zevk de almıyordum ki yaşamaktan. Her gün bir sınav. Sevilmeyen insanlar, sevilmeyen işler, sevilmeyen dersler, sevilmeyen hayatımız, sevmemek, sevilmemek. Böylesi bir sevgisizliğin içinde yaşamamak o kadar da koymaz diyorum. Belki de üşengeçliğimi kamufle etmek için diyorum bunu, çünkü belden aşağım tutmuyor. Kapıya kadar sürünmek de çok yorucu.

  Etrafımdan kara kara dumanlar yükseliyor, görüşüm şimdiden bulanmış. Son bir kez göz atıyorum artık parçalanmaya başlamış ablama. Dünyam yanıyor, ben yanıyorum. Bu dünyayı terk etmek düşündüğüm kadar korkunç değil sanırım.


Cinayet

  Bugün 16 Eylül, senenin bir önemi yok. Ruhumun sol yarısını katlettiler dün. Güneş henüz tepedeydi.

  Evdeydim o sırada, günlük pineklememdeydim standart, okulu beklediğiniz o saçma günlerden biriydi işte. Ablam girdi sonra odaya, pek umursamazdım ya normal zamanda, bir hüzünlü geldi gözüme o an. Kocaman olmuş gözleri ve kalkmış yukarı kaşları, ağladı ağlayacak, bana bakıyordu.

  "Vurulmuş" dedi.

  Bir sessizlik oldu odada. Kim olduğunu bilmekten ölesiye korkuyordum.

  "M... abin. Komşusu vurmuş abini!"

  Konuşamadım.

  Ne bir teselli, ne ağıt, sustum yalnızca. Yani hayır duygusuz falan değilim, ama öylesine iyi insanlara zeval geleceğine de, bir anda inanamıyordu ki insan. Ruhum daraldı, dışarı çıkmak istedim ya, istedim sadece. Şimdi haberi alan birini yalnız bırakmak olmazdı.

  "Durumu nasılmış?"

  "Sırtından domuz saçmasıyla vurmuş, çok ağırmış. Yanında karısı H... ablan da varmış o sırada, onu da vurmuş. Gelenleri almamışlar içeri. Haber bekliyorlar."

  Nedendir bilinmez, sonradan hınçla dolup taşsam da, sebebini sormak o an aklımdan hiç geçmedi.

  Beklemek çok kötüydü. Yavaşlamıştı kalbimin atışları, sonucu bile bile beklemek hele, daha da zulmediyordu insana. İçim kan ağlasa da susuyordum öyle, konuşamıyordum ki. İçerden yeğenimin izlediği çizgi filmin sesi geliyordu sade, gerisi sessizlik. Ruhum daralmıştı çok fena, dışarı çıkmak istemiştim ya, istemiştim yalnızca. Şimdi haberi alan birini yalnız bırakmak olmazdı.

  Haber de kısa zaman sonra geldi zaten. İkisi de ölü, yengemin ana babası da hatta. Arazi kavgası dediler, detaylar manasız. Dört insanı öldürecek güçte bir nefretin sebebinin önemli yoktur.

  Ev bir an için doldu, hepimiz cenaze evine gittik sonra. Kadınlar kendini parçalıyordu haklı olarak. Canlarından can gitmişti, ne yapsınlardı başka? Suskun kalmak da biz erkeklere düşmüştü tabii.

  Bir oğlu vardı M... abimin, ilkokulda daha. Teyzesi almış olay olur olmaz. Şöyle bir uzaktan gördüm sadece yeğenimi. Öyle aciz, masum, suskun. Olaydan haberi var ama etkilerini bilmiyor. Ruhum daraldı, bırakmak istiyordum artık her neredeysem, kaçıp hava almak, haykırmak istiyordum, orada insanlar ölmüşken dahi, kendi derdime düşmüştüm. İstedim yalnızca, tabii. Olmazdı şimdi cenazeyi bırakıp kaçmak.

  Orada bana başsağlığı dileyenlerin hepsinin simasını hatırlarım. Öylesine bir gelmiş olsun, yoldan geçerken cenazeye bir teselli vermek istemiş olsun, ya da içi yanan bir akraba. Hepsi. O insanlar benim için değerlidir, benim için geldiklerinden değil ya, kimim ben, yalnızca bana bir el uzattıkları, sırtıma dokundukları için.

  Akşamı ettik otopsiyi beklerken, eve geldik artık. Sabaha kaldı cenazenin yıkanması. Eve geldik, masada oturduk sessizce, bizden sonra da babam geldi. Sessizce başsağlığı diledik tekrardan, içeri gitti o da. Elde yine sessizlik kalmıştı.

  Dayanamıyordum artık, göğüs kafesim dar geliyordu bana. Balkona çıktım, soluklandım, soluk soluğa. Sakinleştim sakinleşmesine ya, geçmemişti ki daraltım. Neyse dedim, Allah büyük. İçeri girip masaya oturdum ailenin kalanıyla, masayı boş bırakmak olmazdı böyle zamanda.

  Yatmaya yakın, ablam döndü bana, yüzünde bir tebessüm.

  "Hiç üzülmedin değil mi?"

  Hiçbir şey diyemedim başta, saçmalama, çıktı sonra ağzımdan. Ne denirdi ki bu söze, ne denirdi sizi kalpsizlikle yaftalayana. Ne denirdi insanın yüzüne böylesine çarpana. O da üzgün işte dedim, boşverdim.

  Bugün 16 Eylül, senenin bir önemi yok. Sabah cenazesini yıkadım abimin, imamla beraber. O günden beri dar geliyor ruhuma yüreğim.