31 Temmuz 2017 Pazartesi

filtre kahve nedir? yenir mi?

 pek saygıdeğer okuyucu kitlem, bugün sizlerin de benim gibi boynu fularlı entel elitist bireyler olmanız için dışarda en aşağı 5-6 [beşaltı] liraya kitledikleri filtre kahve denen naneyi uzun vadede, ucuz diye içtiğimiz çamurdan hallice üçü bir aradadan daha ucuza içmeyi anlatacağım.
 bildiğin filtre kahve yapımını anlatacağım işte ama ucuz işte yalan yok. tabi öncelikle nedir bu kahve ve filtre kahve?
 öncelikle belirtmek isterim ki üçü bir aradalar kahvelerin artığının şeker krema peynir altı suyu tozu <oha> cart curtla karıştırılmasıyla elde edilen kimyasal şeylerdir ve kahve değildir. kahve dediğimiz şey, kahve çekirdeklerinin <solda> <telefondaysanız herhalde aşağıda ya da yukarda> kalın ya da ince çekilip suda demlenmesiyle - evet demlenmesiyle - elde edilen bol kafeinli sıvıdır. filtre kahve de, benim birkaç belgeselden öğrendiğim kadarıyla - e hiçbirimiz kahve içmeye brezilya'ya gidemiyoruz sonuçta - o çekirdeklerin kalın çekilip demlenmesiyle elde edilen kahveymiş. şimdi bu kahve tanımından suda çözünen bir takım zerzevat kahve değildir diyebiliriz lakin işin içinde gold kahveler falan da var. onlar ne oluyo ya da ne katıyolar da çözünüyor bilemedim şimdi.
 durduk yere bu filtre kahve sevdası nereden çıktı diyebilirsiniz. pek de durduk yere değil aslında, ben o gold kahve dediğimiz kahvelerden günde 2-2,5 [ikiikibuçuk] litre içen bir insandım. nette de bu filtre kahvenin adını duyunca yapımı da zahmetli üşenir de daha az içerim diye bir deneyeyim dedim.
 şaka lan. o kadar ismini görünce merak ettim nasıl bir naneymiş diye. daha az içtiğim de yok zaten aynı kahveyi daha çok uğraşarak içiyorum ama tadı daha iyi şimdi allahı var. şimdi yapımına geçelim isterseniz.

MALZEMELER

-kahve presi ya da yaygın ismiyle french press > ben 10 [on] liralık zottirik bir tane kullanıyorum. işimi görüyor.

-kalın çekilmiş kahve - 5 [beş] liralık kahveden 14-15 [ondörtonbeş] fincan çıkıyor rahat.
 yok mu? dert değil. jacobs'un çoğu yerde satılan şu kahvesi var. insanın genzinde kalan hoş bir aroması var.
 lan o da mı yok? alıyosun abi bim'den kurukahveci mehmet efendi'nin türk kahvesini. filtre kahve gibi kullanıyosun. bunu yaparsan net bir şekilde allah belanı versin ama bu da oluyor yani.

-sıcak su ya da süt

-isteğe göre şeker

YAPILIŞI

 öncelikle bu kahvenin ölçüsü önemli arkadaşlar çünkü zaten olması gereken miktar az olduğu için birazcık fazla ya da az katınca kahvemiz imamın abdest suyuyla katran arası bir skalada değişiyor. bunu deneye deneye bulursunuz. ben biraz koyu sevdiğimden tepeleme iki çay kaşığı koyuyorum. koyuyorum da nereye koyuyorum?
 şu gördüğünüz kahve presine <yeni aldıysanız tabii ki iyice yıkadıktan sonra> kahvemizi koyuyoruz. o sırada suyumuz kaynıyor tabii. şimdi bu kısım önemli - su kaynadıktan sonra lök diye dökmüyoruz suyu da en azından bi üstündeki kaynama belirtileri bitene kadar bekliyoruz. bekliyoruz çünkü direkt dökersek o kahve yanıyor. en azından öyle diyorlar ama kahveye saçma bir acılık eklediğini söyleyebilirim. neyse velev ki bekledik. suyu kahvenin üstünü ancak örtecek kadar koyup üzerini kapatıyoruz ama basmıyoruz. böyle bir dakika falan durduktan sonra presin üstünü alıp karıştırıyoruz. sonra kalan suyu ekleyip üstüne yine basmadan kapatıyoruz.
 açıkçası bu hareketi neden yaptığımızı bilmiyorum ama kahve daha şeffaf oluyor böyle yapınca bi göze hoş geliyor.
 neyse koyduk kahveyi. kahvemiz bu şekilde 5-6 [beşaltı] dakika demleniyor. sonra da presin presini dibine kadar kökleyip fincanlara yavaşça alıyoruz ki kalan ufak tefek kahvecikler varsa kahvenin içine girmesin.

 artık siz de bir kahve gurmesisiniz ve istediğiniz zaman dandirik aşk romanlarınızın yanına pres koymak suretiyle instaya foto atabilirsiniz. hadi gazanız mübarek olsun.

27 Temmuz 2017 Perşembe

Sorgu

adı geçenlerden:
Perturbator
Carpenter Brut
Jasper Byrne

------------------------------------------------------

 -Neden burada olduğunu biliyor musun?

 -Biliyorum.

 -Güzel, buraya gelenlerin çoğu bok varmış gibi sabaha kadar oyalar bizi. İşimizi epey kolaylaştırdın.

 -İşinizde iyi olsaydınız sabaha kadar sürmezlerdi.

 -Bana işimi öğretmeye kalkma. Anlat, geçen hafta, cumayı cumartesiye bağlayan gece ne yapıyordun?

 -Kanıtlar yetmiyor mu zaten, bırakın da içerde uykumu alayım bari.

 -Son kez söylüyorum, bana işimi öğretmeye kalkma. Anlat.

 -Güneşten sonraki 1'den sonra yapılan hayırlı bir iş yoktur, ben eski kasa külüstürüme atladığımdaysa ikiye çeyrek vardı.

 -Bak bak edebiyat da yapıyor pezevenk.

 -Böyle kesersen benim sorgu da sabaha kadar sürer bak.

 -Tamam tamam devam et.

 -Araba ısınsın diye kontağı açmış beklerken yolun karşısındaki evimin penceresine bakıyordum. Loş turuncu tavanda mat kırmızı lekeler göze çarpıyordu. Al işte, ışığı yine açık unutmuştum. Böyle böyle yiyordum maaşı ama ne altı kat çıkmaya gücüm vardı, ne asansöre yetecek nefesim. O toprak kokulu pas tabutundan ölesiye korkardım ya, üşengeçlikten neler bulmuyordu işte insan. Ruhumun sıcak buharı kaçmasa ağzımdan, yerini dolduracak soğuk tabuk havası içeri nasıl girsindi. Ya da kendimi böyle kandırıyordum.

 -Bize ne lan senin korkularından, olayı anlat!

 -Az sus da anlatayım. Neyse ne, lamba da tekliyordu zaten, ben dönmeye kalmaz patlardı. Florasan alsam her hafta değiştirmeme gerek kalmazdı ama o kör beyaz ampuller de bana çok tersti doğrusu. Florasan açıldığında kornealarım kızarır, göz bebeklerimden sinir uçlarıma bir alev salvosu yıldırım hızıyla yayılır. Ondan sonrası zaten geçici körlük, baş ağrısı, çınlama falan. Panayır. Beş saniyede Allah'ımı şaşırırım öyle zamanlarda anlayacağınız, alanlar da neden alır bilmem. Tasarruf içinse yazıklar olsun. Mavi tükenmezle elime not aldım - AMPUL AL.

  Hurdam çalışmamakta ısrarcıydı. O da haklı gerçi, otuz senelik alet Çorum ayazını nasıl kaldırsın? Ayaz denince akla ilk Ankara gelir ama Çorum da ondan aşağı kalmaz, ki bana göre Ankara'ya ayazı, oraya göçen zibil gibi Çorumlular götürmüştür. İlginçli Bilgi: Ankara'da Ankaralı olmayan en yüksek nüfus, Çorumlulardır. Gerçi bu istatistik Suriye zamanından önceydi. Şimdi bizi de geçmişlerdir herhalde. Neyse, sert mantolu ve bıyıkları buzlu insanlarıyla Ankara, serhat bir ilimizdir.

 -Nasıldır nasıldır?

 -Serhattir.

 -Dalga mı geçiyorsun bizimle?

 -Hayır.

 -Kafaya mı alıyorsun?

 -Hayır.

 -Taşak mı geçiyorsun?

 -...

 -...

 -Devam edeyim mi?

 -Et.

 -Arabayı beklerken ne yapayım diye düşündüm bir süre ve ona karar verene kadar radyoda takılmaya karar verdim. İlk önüme çıkan kanalda Osmanlı'da zart zurt kültürünü tartışıyorlardı. Hevesim kaçtı, kapattım. Torpidodan eski dostum FELÇ'i çıkarttım. Bu kasedi öğrencilik yıllarımda çektirmiştim, içi o zamanlar yeni çıkan synthwave müziklerle doluydu. Toplasan belki yüz binden fazla kez baştan sona dinlemişimdir ama yine de ilklerin yeri bir ayrı oluyor. Synthwave bilgisayardan yapılan bir müzik olduğu için teknolojiyle birlikte doğal olarak daha iyi işler çıkarttı, yine de ben onlara pek alışamadım. İnsanı gece çalacak bir Jasper Byrne ya da Perturbator'dan daha çok havaya sokacak sanatçı yoktur. Zaten şu türün adını gece sürüşü yapsalar kimse itiraz etmez.

  Tekrar düşündüm de beyler, merak eder de bakarsanız Carpenter Brut'a da bakın.

 -Eyvallah.

 -İşte böyle arkaplanda Decade Dance, pembe mor ledli arabamda oturuyordum öyle.

 -La ben de onu soracaktım sana. O ledler ne oğlum öyle, çin kerhanesi gibi?

 -Sorma be abi. Ben askerdeyken kardeşime vermiştim, içine sıçıp gitmiş pezevenk. Söktüreceğim ama en yakın zamanda.

 -Şu günden sonra bok söktürürsün ya neyse. Devam et.

 -İşte ben otururken, arabaya sinen sigara dumanını fark ettim. Sigara benim hayatta en nefret ettiğim şeydir.

 -Niye la?

 -Dur anlatacağım onu da. Neyse, kokuyu daha yeni fark edişim bir yana, kim içtiyse külü zemine bocalamıştı ibne. Bunu yapsa yapsa babam yapardı, zaten kendisi de sigaradan nefret etme sebebim olur.

  Benim babam günde en az iki paket içerdi ve iyi bir bok yemiş gibi bunu genelde benim olduğum ortamlarda yapardı. Çocukluğumun her senesinin en aşağı iki haftasını hastanede yatarak geçirdim. On yaşında akciğer filmimi aldıklarında doktor beni sigarayı bırakayım diye ruh ve sinire yolladı. Hadi ciğerleri siktir et, daha tam oturmamışken sesim de bozuldu. Desibelini ayarlayamıyorum şimdi. Yine çocukken, babam bunun için çocuklarını sikip atıyorsa vardır bir hikmeti diyip bir fırt çekmiştim. Ondan sonra da ağzıma sürmedim işte.

 -İyi bir şey değil de eski alışkanlık da kolay bırakılmıyor işte.

 -...

 -Devam et.

 -Koku beni bir anda çok kızdırdı. Arabadan çıkıp evin altındaki bakkala yürümeye başladım. Zaten dışı lacivert boyalı bakkal, gecenin koyusu ve sokak lambalarıyla iyice uzay-zamanda bir kırılma olmuş da Bilal Emmi'nin bakkalından geçit açılmış havası veriyordu.

 -Abi hatırlıyon mu Star Trek'te de aynı bunun anlattığı gibi bi-

 -Piç ettin sorguyu Süleyman az sus da anlatsın lan adam!

 -..Tamam abi kusura bakma.

 -Anlat sen de.

 -İşte neyse, öyle öyle girdim bakkala.

  Selamınaleyküm, dedim, Bilal Emmi. Her daim uykusuz olduğundan mütevellit halkalı ve mor gözleriyle cılız Bilal Emmi, ağzını hiç tam kapatmayarak tek tük kömür karası dişlerinden mahrum etmezdi. Adam zaten ölü gibiydi anlayacağınız, o gece de sanki ölmüş de çırak olmayınca mezardan bakkalı açmaya gelmiş havası vardı.

  Aleykümselam Hıdır, dedi. Elimi sıktı. Geceyin bu kör vakti ne dolanın la burlarda?

  Boşver emmi, dedim. Ufak bakkalı şöyle bir turladım. Bin senelik petibörlerin, zamanında koslanın bedava verdiği yarım litrelik deterjanların, kanserojen plastik dişlerin yanından geçtim. Çam kokusunun yanına gelince gözüm hemen sağdaki mutfak bıçaklarına takıldı. Sonrasını biliyorsunuz zaten.

 -Neyi biliyoruz oğlum, anlats-

  Kapı çalınır, bir memur içeri girer. İki polis de ona döner.

 -Abi emir geldi, sorguyu iptal edin.

 -Milletvekilinin kayınçosu falan mıymış lan, niye iptal ediyoruz?

 -Bilal Çağlayan dört sene önce ölmüş abi.

 -Ney?

 -Bu adamın da kimliği sahteymiş. Parmak izi şusu busu da yok. Kimlik tespiti için sabahı bekleyecekmişiz.

 -Hay eben. İyi ben eve gidiyorum o zaman. Şu puştu da atın içeri de sab-

 -Noldu abi?

 -Oğlum adam yok lan?

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Sierra Madre - İstenmeyen Son

üst edit: ahdkmd bir yazı attım herkes seçeneklerin uyumsuz ve anlaşılmaz duruşundan şikayet etti. arkadaşlar yazıyı bilgisayarda düzgün okunması için öyle ayarladım. telefona da uyarlanırdı ama bilgisayarda öyle görünce çok uyuz oluyorum ama ille de ben düzgün yazı okumalıyım diyorsanız tarayıcıdan masaüstü siteyi göster diyebilirsiniz ne diyim.

lan o seçeneğin adı kesin bu değildi ya neyse.

----------------------------------------------------------------------------

Günün Şarkısı - Ludovico Einaudi / Experience

----------------------------------------------------------------------------

  Sierra Madre'nin hikayesini aslen Fallout: New Vegas adlı oyunda geçen bir bölümden <tam olsun derseniz Dead Money> uyarlıyordum lakin dikkat etmediğim nokta şuydu ki, olaya çok yanlış bir yerden giriş yapmıştım. Baştan ya da sondan değil direkt ortadan bir kısım burası ve aslında yazılabilir olsa da benim yeteneğim bütün karakterleri ve konuyu, olay akışını bozmadan yazmaya yetmiyor. Buradan devam ettirmeyi birkaç kez denedim ve üç kez kuryemizi Sierra Madre'nin açgözlü lanetinden kurtardım ama dediğim gibi, hepsinin eksiklikleri vardı ve istediğim gibi olmadı. Oyunun hakkını vermek istediğim için de yazmaya gönlüm elvermedi. Bu yüzden kumarhanenin kapılarını şimdilik kapıyorum, bizim Fallout maceramız Goodsprings'te <yer adlarını Türkçeleştirmekten vazgeçtim. Aslında gözüme de hoş görünmüyor değil ama... şimdi bilemedim bak> başlamalı. Yine de bir öykünün sonunu okumak herkesin hakkı;

----------------------------------------------------------------------------

=> Ağzında bok tadı ve burnundan ciğerlerine hissedilecek yoğunlukta yayılıp sızlatan acı bir rayiha ile uyandın.

Çevrene şöyle bir göz gezdirince bildiğin Mojave <mo-haa-vi> 'de olmadığını anlıyorsun; etrafa kesif kırmızı bir duman hakim. Bu duman, gökyüzünü görmeni de engelliyor.

Önünde bir fıskiye olduğunu fark ediyorsun, içindeki su fosforlu yeşil renkte parlıyor. Hemen arkasından bir yol uzanıyor.

Ne yapacaksın?



  >Elini yüzünü yıka                               >Envanterini kontrol et                               >Yola gir



=>Elini yüxünü yıka


=> Böyle bir komut yok, mankafa!


=>Elini yüzünü yıka


=> Kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki radyasyondan iyisi can sağlığı diyor ve elini yüzünü yıkamak için ayağa kalkıyorsun - daha doğrusu bunun için acınası bir çabaya giriyorsun zira dizlerinin üstüne dikelince boynundaki eşek yükü seni aşağıya geri çekip ağırlığından dalı kıran bir hevenk muz gibi düşmene sebep oluyor.

Elini boynuna atınca ALGI seviyen 3 [üç] olduğu için daha önce farkına varmadığın bir tasmayla karşılaşıyorsun.

Epey ilginç bir tasma bu, boynunu çevirince yoğun bir sıvı akışı hissediyorsun. Üzerinde ufak ufak düğmeler ve incecik teller mevcut. Sen tasmayı inceleyedur, Pip-Boy'undan bir bildirim geliyor.

Ne yapacaksın?



>Pip-Boy'u kontrol et                             >Tekrar ayağa kalkmaya çalış                             >Tasmayla oyna                             >Bekle



=>Tasmayla oyna


=> 12 yaşında bir erkek çocuğu heyecanı ile tasmayı kurcalamaya karar verdin fakat şu Allah'ın işine bakın ki, tasma aslında bir bombaymış.


=> Kızıl Teksaslı'nın tabancasındaki yirmi çentik bile ölüme böylesine yürümemiştir.



>Yeniden Dene                                        >Ana Menü                                        >Çıkış


6 Temmuz 2017 Perşembe

Galip Tekin

  Çok da uzun zaman önce değildi ama, hayatımın yarısı kadar bir zaman önceydi. İlk kez babamdan kalma bir Leman sayısında görmüştüm çizimlerini. O zamanlar okumayı az buçuk becerip -ilkokulda okumakta biraz zorlanmışımdır- her okuduğundan mutlu olan ben, senin çizgilerine baktıkça diyalogları umursamaz olmuştum. Çizdiklerin çok farklıydı, fantastik olduğu kadar tanıdıktı da. Korkunç olduğu hâlde hiç de yabancı gelmiyordu. Her zaman seninle tanışmak istemiştim abi, seninle çok iyi anlaşacağımı düşünmüştüm.
  Abi senin çizim kaliten de çok iyiydi, bana göre Türkiye'yi bırak, dünyadaki en iyi çizerlerden biriydin -Kenan Yarar alınmasın-. Senin çizgi romanlarını, kısa hikâyelerini, anılarını gördükçe, daha da özendim sana. Çizmek için çok çabaladım abi, az buçuk oldu da. Yine de seninkilerle karşılaştırmak yersiz olur şimdi tabii. Seni okudukça çizime yöneldim, olmayacağını anlayınca edebiyata.
  Zevklerim de seninle şekillendi diyebilirim hatta abi. Yıllar içinde bir Poe hayranı oldum, başkalarının tiksindiği eserlere ilgiyle bakar oldum. Eserlerine baktım, eserlerini okudum, gerçeğe ilgi duymaz oldum. Karanlıktan korkardım, odamın ışığını kapatıp kendi kendime köşe kapmaca oynar oldum. Evet abi, biraz manyaklık bende de vardı.
  Sadece istenmeyene yönelir gibi algılama ama, sen bana çok farklı ve özel bir kültür aşıladın. Sadece bana da değil. Seni okuyan onbinlere, yüzbinlere, belki milyonlara. Senden öykünüp çizer olmaya karar veren onlarca karikatüriste. Belki seni hiç görmedim hayattayken abi, bu yüzden senin hakkında bir şeyler yazmak bana düşmez. Ama bugün bizi çok üzdün be Galip Abi. Kendine hiç iyi bakmadın, seneler geçtikçe gözümüzün önünde parça parça oldun. Seni sen yapan buydu belki ama insan bu yaşında ölür mü hiç be abi?

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Mola - 1/2

  Sekiz saat olmuştu yola çıkalı. Lakin uzun yola çıkmak için ikindi gibi saçma bir vakti seçtiğinden saat gecenin ikisiydi. Akşam serinliğinde bangır bangır açtığı radyosuyla güzel başlayan yolculuk, şimdi burnundan geliyordu sanki. Sokak lambaları azalmamıştı ya, daha az gözüküyordu gözüne. İnsan sesi duymaya cesaret edemediğinden kapalıydı radyo da. Korkmuştu.
  Bir köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırdı, araba acı fren sesleriyle sağa sola yalpaladı. Hassiktir lan! diyerek çıktı arabadan, başı ellerinin arasında, soluklandı arabanın yanında. Mola vermesi gerekiyordu.
  Arabaya geri binip çevresinden geçen tek tük arabaların sesini dinledi bir süre. Hâlâ nefes nefeseydi. Radyoyu açtı, o bilindik cızırtısı geldi. Rastgele çevirip ilk denk geldiği istasyonu dinlemeye başladı - komik olduğunu iddia eden bir gece programı. Ses yapsın da.
  İlk gördüğü tesise girdi. Işıkları kesik kesik yanıyordu. Tabelasındaki neonların yarısı sönmüştü, marketinde de sudan başka bir şey olduğu şüpheliydi. Yine de girdi.
  Fulle deyip lokantaya girdi.

-----------------------------------------

hikâyeyi yarıda kesiyorum çünkü şarjım az ve az önce bitirmek üzereyken program hata verince bir miktar dellendim. yarın tamamlarım. bye.