it started long before me
i never saw it comin
the distance, the promise
a state of isolation
i never saw it comin
the distance, the promise
a state of isolation
-----------------------------------------------
alttaki kısım can sıkıntısından yazılmıştır. direkt hikâye okumak istiyorsanız okumadan onun altına geçebilirsiniz.
-----------------------------------------------
ders çalışmam gerekirken buralarda malaklandığım bir yazımda daha birlikteyiz. burayı açtıktan sonra yazı yazmanın özünde ne kadar zor bir uğraş olduğunu bir kez daha hatırladım. çizmeyi bırakmamın sebebi çizdiklerimin aklımdakiler kadar güzel olmamasıydı, yazmayı bırakırsam da sebebi bu olur sanırım. yine de böyle bir şey yapacağımı hiç sanmıyorum zirâ bunu yaparsam dolduğum her zaman diliminde <yaşadığım sürenin yüzde doksanı falan> birilerine gidip saatlerce beynini <çok affedersiniz> sikmem gerekir. yapmadığım şey diyemem ama yapmak istediğim bir şey de değil. neyse.
hani bir şarkı sürekli zihninizde çalar da açıp dinlediğiniz zaman o kadar güzel olmadığını fark edersiniz ya, yazma çizme olayı da buna çok benziyor. bazı bazı hikâyelerimin yanına çizimler yapıp beğenmeyip siliyorum ahkf. aslında o sayfaların kıyısında köşesinde bir yerde çizimler olması çok hoşuma giderdi ama bir fedai çıkıp işte geldim buradayım ben bu işte ustayım diyip çizene kadar olmayacak sanırım.
yukarıdaki paragrafı üsttekine dahil edecektim beceremedim. idare edin. çok konuştum hikâyeye geçiyorum.
hani bir şarkı sürekli zihninizde çalar da açıp dinlediğiniz zaman o kadar güzel olmadığını fark edersiniz ya, yazma çizme olayı da buna çok benziyor. bazı bazı hikâyelerimin yanına çizimler yapıp beğenmeyip siliyorum ahkf. aslında o sayfaların kıyısında köşesinde bir yerde çizimler olması çok hoşuma giderdi ama bir fedai çıkıp işte geldim buradayım ben bu işte ustayım diyip çizene kadar olmayacak sanırım.
yukarıdaki paragrafı üsttekine dahil edecektim beceremedim. idare edin. çok konuştum hikâyeye geçiyorum.
-----------------------------------------------
Yine bir pazar sabahı erkenden uyandı, evde tuhaf bir koku vardı. Uyku sersemliği ile pek umursamadı. Gelecek haftaya kadar eline geçmeyecek olan fazladan birkaç saat uykusunu ziyan ettiği için üzülmüyordu. Sürekli tekrar eden olaylar ne kadar saçma ya da yanlış olursa olsun, karşı çıkan olmayınca kanıksanır. İnsan her şeye alışır.
Üzerinde ince pijamasıyla evin parke döşeli koridorundan çıplak ayaklarıyla geçip mutfağa gitti - zaten en fazla beş adım falandı. Ona kalsa zemini seramikle kaplardı ama apartman yöneticisi izin vermemişti tabii. Neymiş, apartmanın bütünlüğünü bozarmış. Kimsenin komşusuna gitmişliğinin olmadığı bir apartman olduğu göz önüne alındığında bütünlükten bahsetmek, hafif tabirle komikti. Sevmediğimiz insanlar ve istediklerini yapmamak için sunduğumuz bahaneler.
Mutfak baştan başa ankastre <ankastre!> beyaz eşyalar ve bilumum siyah ve modern görünüşlü ıvır zıvırla doluydu. Bir heves alınıp yüzüne bakılmayan mutfak robotu, waffle makinası, fondü kabı <ciddi olamazsınız> ve diğerleri. Reklamlarda kesinlikle olmazsa olmaz gösterilen şeyler işte. İnsan o kadar maaş alıyorsunuz bari düzgün bir reklam senaryosu yazın diye düşünüyor ama olmuyor tabii. Mecburen izlediğimiz şeyler için kim neden kendini zorlasın ki?
Görünüşü mutfağın kalanına uysun diye bir dünya para vererek aldığı buzdolabını açıp bir süre içindeki boşluğa baktı. Tek süt vardı, o da dökülmüştü. Mine'nin işleri diye düşündü. Sokaktan araba kornaları geliyordu. Dışarı bakınca havanın hâlâ karanlık olduğunu fark etti, kızı sağolsun koridorun ışıkları geceleri de açık olduğundan gün gece kavramlarını biraz yitirmişti. Duvardaki saate baktı, 12'yi gösteriyordu. Bu zımbırığın da pili bitmişti anlaşılan. Yine de hava karanlık olduğu için sevindi, kendini zorlarsa birkaç saat daha uyuyabilirdi.
Buzdolabı hâlâ açıktı. İçinden gece yemeklerinin vazgeçilmezi soğuk bulgur pilavını çıkarıp kaşıklamaya başladı. Uyandığında buna pişman olacaktı - orta yaşlarına girmiş ve hafiften duba gibi olmaya başlamıştı. Yine de bazen eyleme geçmek içimizde kalmasından iyidir.
Yedikten sonra gidip pencereden dışarı baktı, arabalar geçmeye devam ediyordu. Öğrencilikten beri pek severdi gece yolculuklarını, hele de yalnızsa. Karanlıkta ve sessizlikte geçilen her yer bir tuhaf gözükür insana. Gece yoldaysanız bu sessizliği bastıramazsınız da, sessizlik canlı ve dinamiktir. Radyo falan işlemez ona. Merak etmeyin ama, korkutucu değildir bu sessizlik, melankoliktir yalnızca. İnsanın insan olması için melankoliye ihtiyacı vardır.
İşte böyle yollarda, geçtiği şehirlerdeki insanların nasıl buralarda yaşadığını merak eder, geceleri oralar ıssız ve sıkıcı görünür zirâ. Hele küçük bir Anadolu kasabasıysa geçtiği, tuhaf hislere kapılır insan. Uğuldar kulakları, burnu alır doğal olmayan kokular. Hepsi eve gelince geçer gider ama, bir izi de kalır mutlaka.
Koku hâlâ gitmemişti ama umursamadı, çok uykusu vardı. Yatağına gidip karısına sarıldı. Karısı buz gibiydi ve ağırlaşmıştı sanki, onu da umursamadı. Sabah olsundu, ilgilenirdi her şeyle. Aklından yalnızca sonsuza kadar uyumak geçiyordu o anda.
Nitekim, kabul oldu da dileği.
Üzerinde ince pijamasıyla evin parke döşeli koridorundan çıplak ayaklarıyla geçip mutfağa gitti - zaten en fazla beş adım falandı. Ona kalsa zemini seramikle kaplardı ama apartman yöneticisi izin vermemişti tabii. Neymiş, apartmanın bütünlüğünü bozarmış. Kimsenin komşusuna gitmişliğinin olmadığı bir apartman olduğu göz önüne alındığında bütünlükten bahsetmek, hafif tabirle komikti. Sevmediğimiz insanlar ve istediklerini yapmamak için sunduğumuz bahaneler.
Mutfak baştan başa ankastre <ankastre!> beyaz eşyalar ve bilumum siyah ve modern görünüşlü ıvır zıvırla doluydu. Bir heves alınıp yüzüne bakılmayan mutfak robotu, waffle makinası, fondü kabı <ciddi olamazsınız> ve diğerleri. Reklamlarda kesinlikle olmazsa olmaz gösterilen şeyler işte. İnsan o kadar maaş alıyorsunuz bari düzgün bir reklam senaryosu yazın diye düşünüyor ama olmuyor tabii. Mecburen izlediğimiz şeyler için kim neden kendini zorlasın ki?
Görünüşü mutfağın kalanına uysun diye bir dünya para vererek aldığı buzdolabını açıp bir süre içindeki boşluğa baktı. Tek süt vardı, o da dökülmüştü. Mine'nin işleri diye düşündü. Sokaktan araba kornaları geliyordu. Dışarı bakınca havanın hâlâ karanlık olduğunu fark etti, kızı sağolsun koridorun ışıkları geceleri de açık olduğundan gün gece kavramlarını biraz yitirmişti. Duvardaki saate baktı, 12'yi gösteriyordu. Bu zımbırığın da pili bitmişti anlaşılan. Yine de hava karanlık olduğu için sevindi, kendini zorlarsa birkaç saat daha uyuyabilirdi.
Buzdolabı hâlâ açıktı. İçinden gece yemeklerinin vazgeçilmezi soğuk bulgur pilavını çıkarıp kaşıklamaya başladı. Uyandığında buna pişman olacaktı - orta yaşlarına girmiş ve hafiften duba gibi olmaya başlamıştı. Yine de bazen eyleme geçmek içimizde kalmasından iyidir.
Yedikten sonra gidip pencereden dışarı baktı, arabalar geçmeye devam ediyordu. Öğrencilikten beri pek severdi gece yolculuklarını, hele de yalnızsa. Karanlıkta ve sessizlikte geçilen her yer bir tuhaf gözükür insana. Gece yoldaysanız bu sessizliği bastıramazsınız da, sessizlik canlı ve dinamiktir. Radyo falan işlemez ona. Merak etmeyin ama, korkutucu değildir bu sessizlik, melankoliktir yalnızca. İnsanın insan olması için melankoliye ihtiyacı vardır.
İşte böyle yollarda, geçtiği şehirlerdeki insanların nasıl buralarda yaşadığını merak eder, geceleri oralar ıssız ve sıkıcı görünür zirâ. Hele küçük bir Anadolu kasabasıysa geçtiği, tuhaf hislere kapılır insan. Uğuldar kulakları, burnu alır doğal olmayan kokular. Hepsi eve gelince geçer gider ama, bir izi de kalır mutlaka.
Koku hâlâ gitmemişti ama umursamadı, çok uykusu vardı. Yatağına gidip karısına sarıldı. Karısı buz gibiydi ve ağırlaşmıştı sanki, onu da umursamadı. Sabah olsundu, ilgilenirdi her şeyle. Aklından yalnızca sonsuza kadar uyumak geçiyordu o anda.
Nitekim, kabul oldu da dileği.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder