3 Ekim 2021 Pazar

taşınıyoruz

 bu blog çok uzun zamandır burada ve biraz dağınık olsa da benim için bir konsepti var. buradaki her yazımın kendi içinde bir hikâyesi var; her birini yazarken ne düşündüğümü, ne yaptığımı çok net hatırlıyorum. artık burada fazla bir şey yazmak istemiyorum çünkü benim için burası bir zaman kapsülü. hâlâ az yazıyorum ve genelde saçmalıyorum ama artık şurda yazcam.


görüşürüz.

19 Aralık 2019 Perşembe

Kronik

  Pencerenin ardından kesintisiz takırtılar geliyordu.

Büyük savaş mı başlamıştı, kara perdeleri çekmeli miydi artık? Yoksa kapısına dadanan bir başka Wendigo muydu? Ya da sekizkuyruk makinelerin yeniden yükselişi... karbon-azot dengesinin bozunumuyla bitkilerin başkaldırması?

Hayır, yalnızca yağmurdu. Metropol sonbaharında insanları geciktirerek onlarla kafa bulan bir akşam yağmuru. Tabii, kontrol altına alınamamıştı henüz; alışkın oldukları düzlükleri bulamayan yağmurlar, günlük sporunu yaparken ahşap evlere takılan hortumlar kadar öfkeli olabilirler zaman zaman. Yine de yağmuru sevmeyi öğrenememişler için iyi bir ders değil midir bu çamurlu akşamlar? Hâlen yağmur bastırdığında kaçan, hele de bu rezil iş için bir ağacın altı yerine betondan tavanları seçen varlıklar olduğunu biliyor muydunuz?

Ne kayıp.

Neyse ki oldum olası severdi yağmuru, bozulma fırsatı olmamıştı hiç. Yağmurun rengini gören insanlar ancak bozulurlarsa soğumaya başlarlar yağmurdan, ah. Pek önemli değil ama bu. Hayatını dayatılmış ideallere adayıp ulaşana kadar kafasını kaldırmamak, tuhaf bir insan refleksidir, öyle ki, bu süre zarfında bulutların neye benzediğini dahi unuturlarmış. Bu yüzden sevmezler yağmuru. Onlar için çamurdan başka bir anlama gelmez ki. Bozulmak böyle bir şeydir işte.

Neyse ki oldum olası severdi yağmuru. Gönül isterdi ki, şimdi de görmeye fırsatı olsun.

Anahtar kilide girdi, döndü üç kere,

"Ben geldim!"

Her yerinden sular damlıyordu. Her yerinden sular damlayan bir köpek kadar mutluydu. Islıkla geçmiş zamandan bir türkü tutturarak girdi mutfağa, poşetleri bıraktı. Ağırlıklarından elleri kesilmişti. O da anlamıyordu bu kadar malzeme almasının sebebini. Kendine yetecek kadar az almaya çekiniyordu belki, ya da acısını çıkarıyordu eski günlerin. Kim bilir.

"Hiç yemek yapasım yok bugün, biliyor musun? Dışarda yiyebiliriz ama güzel restoranları öğrenemedim henüz. Böyle büyük şehirlere alışık olmadığımı bilirsin, daha klasik bir insanım ben. Bugün iş arkadaşlarımdan biri yemeğe çağırdı aslında, balık yemeye. Balığı ne kadar sevdiğini biliyorum. Alabalıktan başkasını bilmeyen Anadolu'ya fazlaydı senin damak tadın.

"Reddettim. Daha önce de reddetmiştim sanırım, bu aralar pek dayanamıyorum insanlara. Neyim olduğunu sorup duruyorlar, bir derdim olmadığını anlatamıyorum. Kaldı ki, derdimi bu samimiyetsiz güruha anlatmayacağımı bilirsin. Üzülme ama. Sonra tek başıma çıkıp güzel yerler bulurum senin için."

Balıkları temizleyip balkondaki ızgaraya atmıştı bile. Mısır ekmeği yapmadığı aklına geldi. Çok geçti artık bunun için, balıklar pişmek üzereydi. Sade salatayla masaya koyup, üzgün balıklar yemeyi seçti.

"Böyle zamanlarda neden benimle iletişim kurmakta ısrarcı olduklarını anlamıyorum. Seviyordur beni belki, ne dersin?.. kıskanmana gerek yok. Farkındayım ki bu o çocuğun da yalnızca zararına olur. Artık öyle şeyler yapmıyorum. İnsanlar benimle konuşurken konuşmamı istemiyorlar aslında, bunun pek farkında değiller. Konuşmaya başladığımda yüzlerindeki o korkmuş ifadeyi görebiliyorum, diyorlar ki, bu konuşmada bir şeyler fena hâlde ters gidiyor. Sonra bana korkuyla karışık bir saygı duyup geri çekiliyorlar. Ben de fazla konuşmuyorum ki, benimle konuşmaya devam etsinler. Yabani değilim, hayır. Yalnızca sen görmeyeli değiştim biraz. Sanırım daha 'insan' oldum. Çevrem değişti, ben nasıl aynı kalayım ki."

Yağmur devam ediyordu. Koşuşturmacalar azalmıştı artık, sokaklar evden kaçan öfkeli gençlere ve onları bekleyen tinercilere kalmıştı. Sessizlik içinde yemeğini bitirdi. Bulaşıkları topladı ve yıkamadı. Yorulmuştu.

"Fazla duygusal bir insan oldum mesela, çok basit şeyler canımı sıkıyor. Ben de yardım ediyorum insanlara. Vicdanım rahatlamıyor ya da mutlu olmuyorum bunu yaparken, yalnızca mutsuz insanlar görmeye tahammülüm yok. Bu sefer beni neyin üzdüğünün farkındayım ama yapacak bir şeyim kalmadı gibi. Planları yapan hep sen değil miydin zaten?"





Geceye sessizlik hâkimdi. Koltuğa oturup duvara bakarken uyuyakaldı. Yağmurun durduğunu fark etmemişti.

24 Haziran 2019 Pazartesi

Akira'yı Neden Çok Sevdim?

NEO-TOKYO-IS-ABOUT-TO-EXPLODE-IN-THE-YEAR-2019

  Sanırım 9 yaşındaydım. Okuma yazmayı Kongregate'den öğrenecek kadar erken yaşta tanıştığım internette dolaştığım sıradan bir gündü. Nereden buldum bilmiyorum, forumun birinde bir Akira wallpaper'ına denk geldim - Kaneda ve motorunun olduğu bir arkaplan üzerine kanjiyle Akira yazısı. Şunun bir üst versiyonu gibi bir şeydi-


  Yani, 9 yaşında bir oğlan için motorsiklet ve kanji, aşırı şekil şeyler. Merak edip izlemeye karar verdim. O zamanlardaki net hızı malum olduğundan mütevellit, önce mahallenin korsancısına gittim.

  Tabii ki yoktu. Korsancı abimizden filmi bulma sözü alıp eve gittim ve o sırada film hakkında biraz daha araştırma yaptım.
  Konusundan pek bir şey anladığım söylenemezdi ama aşırı şekil gelmişti ve yarım yamalak bildiğim Akira'yı herkese anlatmaya başlamıştım. Nasıl anlattığımı tam hatırlamıyorum ama, motor sürmek isteyen bir çocuk var, abisi izin vermiyor, sonra mutant oluyor, sonra da dünyayı ele geçiriyor (?) falan demiştim sanırım. Anlayacağınız, okuduğumdan da bir bok anlamamıştım.
  2-3 gün sonra CD'yi alıp eve geldim ve bir akşamüstü evde kimsenin olmamasını fırsat bilip filmi izledim.

.........................................................

  Akira'yı ilk izlediğimde nasıl hissettiğimi anlatmam cidden çok zor. O zamana kadar izlediğim tek anime arada bir denk geldiğim Yu-Gi-Oh!'tu, Japonca'nın nasıl bir şey olduğuna dair bir fikrim yoktu ve film, çook, çoooook tuhaf bir dünyada geçiyordu. İçeriği o yaşa uygun değildi, konusu basit değildi, yaptığı gelecek tasviri karanlıktı, filmin yarısını anlamamıştım ve daha sonra her sene defalarca izleyeceğim bir filmi ilk kez izlemiş bulunuyordum. Daha önce karşılaştığım hiçbir şeye benzemiyordu ve beynim erimişti adeta. Filmde tam olarak sevdiğim ya da sevmediğim kimse yoktu ve bu bana çok tuhaf geliyordu. Daha önce bilimkurguya dair hiçbir şey okumamış ya da izlememiştim (bilimkurgu sayılırsa Cube hariç.) ve filmdeki motorlara, silahlara, binalara, o hologram reklamlara, Akira'ya, zombi çocuklara, her şeye hayran kalmıştım. O gün fark etmemiştim ama Akira, dünyada böyle şeylerin de var olabileceğine, hayal edilebileceğine, yazılıp çizilebileceğine dair zihnimi açmıştı. Nasıl şeyler derseniz, size Akira'nın konusunu anlatmayacağım, bu konuda yeterince yazılıp çizildiğini düşünüyorum. Yalnızca bu muhteşem animenin benim hayatımdaki etkisini yazmak istedim.

  Akira'dan sonra bilimkurguya, özel olarak siberpunk'a merak saldım ve bu konuda bulduğum her şeyi okudum, izledim. Japon anime geleneğine, dolayısıyla Japon kültürüne merak saldım ve o zamandan bu yana epey bir şey okudum, izledim. Akira'da olup öteki animelerde olmayan ve başlarda adını koyamadığım bir şey vardı - akıcılık. Standart bir animede masraftan kaçınmak ve işi yetiştirebilmek adına sahneler genelde sadece ağzı oynayan karakterlerin diyalogları ya da sabit arkaplan üzerine çizilen sahneler üzerinde geçer. Akira'da ise bu yoktur. Her şey canlıdır ve olabildiğince gerçekçi çizilmeye çalışılmıştır, aksiyon sahnelerinde de masraftan kaçınılmamıştır. Belki biraz da bu yüzden, neredeyse hiçbir animeden Akira izlerken aldığım zevki alamadım. Kendisi hâlen en sevdiğim filmlerden biridir. Bir insan bir filmi izlemekten hiç mi sıkılmaz.. sıkılmıyor işte.

  Şu an ilk kez izleyecekseniz bu filmi nasıl bulursunuz bilemem, ama bence şimdiye kadar yapılmış en iyi anime filmlerden biridir. Bence kesinlikle izleyin. Beğenmezseniz de sakın bana bundan bahsetmeyin.

...........................................................

  2020 Tokyo Olimpiyatları'nda kendisini referans alan bir gösteri olmazsa Japonlara olan bütün saygımı kaybederim.

TETSUOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOO!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

 

11 Mart 2019 Pazartesi

m. officinalis

  ruhsal durumumuz darbelere bu kadar açıkken günlerimizi ölmeme başarısıyla nasıl tamamlayabildiğimize her geçen gün daha çok hayret ediyorum. herkesin tutunacak bir şeylere ihtiyacı vardır, bu spor olur, müzik olur, bir başka insan ya da insanlar olur; çünkü başkalarıyla birlikteyken beyniniz olan biten her şeyi görmezden gelmeye çalışır, insanlar bu yüzden bir gruba dahil olmak için çılgınca çabalar. iskandinav ülkelerinde bazen çok kısa süreler için güneş açar ve bu halk için ölümcül bir durumdur. düşünün, her gün soğuktasınız ve her işinizi kapalı alanlarda yapmaya çalışıyorsunuz. sabah uyanıyorsunuz her taraf bembeyaz, ertesi sabah uyanıyorsunuz, bembeyaz, ertesi sabah uyanıyorsunuz, beyaz, bembeyaz. zor ısındığı için daracık kurulmuş evinizde oturup zaman öldürüyorsunuz ve bir anda güneş açıyor; siz de dışarı çıkıyorsunuz, bu sefer üzerinizde columbia'nın yeni sezon montlarından biri yok. sıcak havayı içinize çekiyor, komşunuz mikhael'le kasabanızın ufak gölünün etrafında koşuyorsunuz. bütün kasaba oraya toplanmış, hepsi bu güzel günün tadını çıkarıyor. akşam bir barda içip eve geliyor, sızıyorsunuz. mutlusunuz; hayat gerçekten yaşamaya değer.

  sabah uyanıyorsunuz ve her taraf bembeyaz, hava soğuk ve büyük ihtimalle kasvetli. buna alışkın olmalısınız, tüm hayatınız burada geçti; yine de değilsiniz. çok kısa bir mutluluk için bütün hayatınızı siliyorsunuz ve bundan pişman değilsiniz. antika değerindeki ceviz sandığınızdan yıllar önce babanızın verdiği .357 magnum'u çıkarıp güneşli günlere dönüyorsunuz.

  standart bir norveç-isveç-finlandiya vatandaşı olan erik'in hikâyesi bu şekilde bir mutlu sonla bitiyor. erik o kasvetli ve soğuk havayı seviyordu çünkü ona alışmıştı, fakat kısa süren bir gün ışığı, aslında o kadar da güzel bir hayatı olmadığını anlamasına yol açtı. bu noktadan sonra erik için birkaç seçenek vardı; gün ışığı olan yerlere göç etmek, kendi evinde gün ışığının tekrar gelmesini beklemek, bu ızdırabı sonlandırmak. erik göç edeceği yerlerde asla o günkü gün ışığını bulamayacağını biliyordu, hiçbiri ona evindeki gibi hissettiremezdi. erik bekleyebilirdi fakat bir daha geleceği bile meçhuldü gün ışığının, hayatını aklı mantığı yerinde her insan gibi tekdüze geçirmiş olan erik için almaya değmeyen bir risk. bu yüzden erik düşünüp taşındı ve en mantıklı kararı seçti.

  erik çok şanslı bir insan, ya da öyle olduğuna inanmak istiyor. insanların büyük çoğunluğu o gün ışığını görmek için yaşar fakat görene kadar bunu anlamaz, bir kere kaybettikten sonra da, zaten yaşamanın anlamı kalmaz. gün ışığını görmek iyi midir, değil midir, bilmiyorum. gördüğünüz için asla pişman olmazsınız ama bir daha göremeyeceğinizi bilmek hiçbir gece aklınızdan çıkmaz, yalnızca ölür ve yavaş yavaş çürürsünüz.

  bu çürüme, kırılganlığı da beraberinde getirir. herkes, her söz, her şey batar size, katlanamazsınız insanların salaklığına. tutunduğunuz şeyler de gittikçe pisleşir; basit bir ot, aromalı bir kimyasal, iki parçalı bir yapboz. sonunda sizi tanıyamazlar.

  sen çok değiştin, seni artık tanıyamıyorum.
  sen çok değiştin, seni artık tanıyamıyorum.
  sen çok değiştin. s e n i a r t ı k t a n ı y

  sonra da seni yavaş yavaş delirmen için bırakıp uzaktan izlemeye koyulurlar. değişiminin suçlusu dış etkenler değil, sensindir her zaman, çok değerli dostlarını eğlendirmekten vazgeçip tamamen durduk yere ve kesinlikle hiçbir nedeni olmadan boş yere çevresini üzmeye kalkan hıyar, sensin sonuçta. sabah uyanıp bakınçokmutluyumartıküzülmenizegerekyok demediğin için bir hıyarsın sen. insanları üzmen inanılmayacak seviyede bencilce bir hareket, değil mi.

...

  böyle dediğime bakmayın, aslını isterseniz şu an yine de olumlu yaklaşıyorum. çoğu zaman fark etmezler bile.

21 Şubat 2019 Perşembe

Öngörü

  Esintili yaz akşamlarını seviyorum. Beni, daraltıcı kızıl turuncu havanın aslında o kadar da kötü olmadığına inandırıyor kısa bir süre için. Aslında bir illüzyon ve geçici bir şey ama yine de beni mest ediyor. Her insanın gönülden inandığı yalanlar vardır, benimki de bu işte. Beni bu kadar kolay kandırabiliyor olmasından etkilenmiş de olabilirim. Bilmiyorum.

  Öyle bir temmuz akşamı, terasın kenarında salınıyorum. Yerden birkaç kat yüksekteyim ama altımda bahçe var. Her zaman buradan bahçeye atlamak istemişimdir. Toprak zemin sonuçta, en kötü bir yerlerimi kırarım diye düşünüyorum. Yine de hiç denemedim, potansiyeli ziyan edilmiş bir teras burası. Huyumu bildiğinden annem hep uzak tutardı beni buradan. Şu an beni durduracak hâlde değil ama eski hevesim kalmadı sanırım. Belki başka zaman.

  Evet, yıllar sonra evdeyim ama hiçbir şey tanıdık gelmiyor. Eski kalabalığı bile kalmamış evin; ne gecenin kör vakti bir yerlerden sigara dumanı vuruyor yüzüme, ne sabahları bahçeden türlü çeşitli uğraşların sesleri geliyor. Bir akşam eve geliyorum ve televizyon kapalı hatta. Bu doğru değil, böyle olmamalıydı. Neyin değiştiğini anlamıyorum, herkes nereye gitti bilmiyorum. Hayatımda oturup aralıksız bir saat izlemediğim televizyonun eksikliği içime oturuyor. Sadece biz de değil, komşunun ışığı da yanmıyor. Bir zamanlar üniversiteye hazırlanan çocukları, evden ayrılalı çok oldu sanırım. Hatırlamak zor değil ama hatırlamak istemiyorum, bu beni yoruyor. Tanıdık bir şeyler olsun diye Vega dinliyorum. Her şeyi daha beter ediyor. Uzaklarda birileri evini özlüyor ve ben hepsiyle akşamımı paylaşıyorum. Hepsine evimden uzaklardaki evimin kapılarını açıyorum.



  "Alo?"

  "...aramadan önce saate bakmış mıydın.."

  "Pek sayılmaz, zaten uyumuyorsun diye önemli bir detay olduğunu düşünmedim. Sanırsam ikiye geliyor. Ne oldu, rahatsız mı ettim yoksa?"

  "...hayır. Rahatsız olmadım ama keyfimden uykusuz kalmadığımı biliyorsun sonuçta. Yetiştirilecek işlerim var."

  "Ne işi?"

  "Birtakım siteler falan. Arayüzlerini düzenliyorum."

  "Arayüz mü düzenliyorsun.. bu çok yanlış. Projelerine ne oldu?"

  "Proje falan yok artık, unut onları. Denedim ve olmadı. Kimse kabul etmedi, finansal destek olmayınca da çöpe attım. Zaten akıl işi bir şey değildi."

  "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun.. şimdiki hayatını deneyip yanılıp denediğin hayata tercih mi ediyorsun yani? Umrunda olmayan sitelere arayüz düzenleyerek mi kazanıyorsun hayatını, sanatçı ruhuna ne oldu senin?"

  "Beni gecenin ikisinde yargılamak için mi aradın?"

  "Hayır ama önemli bir konu bu. Es geçmemeliyiz."

  "...bak, yaptığım işin hangi kısmını yanlış gördüğünü hâlâ anlamıyorum. İnsanlar bana kendi başlarına yapamayacakları bir görev veriyor, ben de yapıyorum, karşılığında da para alıyorum. Tıpkı üniversiteyi bırakmasan senin alacağın gibi."

  "İbre bana döndü demek. Senin de bildiğin gibi o fakülte benim tercihim değildi. Ben her zaman-"

  "-sen her zaman psikoloji okumak istemiştin ama türbanlı bacıların bölümü işgal ettiği için girmedin. Sırf sevmediğin bir steryotip yüzünden istediğin meslekten vazgeçtiğine kendini inandırdığının farkındayım, merak etme."

  "Kendimi inandırdığım mı?"

  "Kendini inandırdığın. İnsan böyle bir şey için ikinci seçenekler düşünmez."

  "Ergenlikte insan farklı düşünüyor."

  "Eminim öyledir."

  "Şimdi de yalancı mı oldum?"

  "Sen tanıdığım en büyük yalancısın. Kendine yalan söylemekten vazgeçemedin bir türlü, üstelik yalan olduğunu bildiğin hâlde. Hayatı hâlâ bir tiyatro sanıyorsun ve bir manyak gibi çaba harcıyorsun oyunu bozmamak için. Hasta olduğunu kabul ediyorsun ama iyileşmek için hiçbir çaban yok, hoşuna gidiyor çünkü farklı olmak. Hoşuna gidiyor kimsede olmayan dertler için sızlanmak. Bıraksak sonsuza kadar böyle yaşar giderdin değil mi.. artık yürümemeye başladı ama. Zaman ilerledi ve sen değişmemekte ısrar ettin, böyle olmaması gerektiğini bile bile. Saçma bir yerde saçma bir bölümü okumaya gittin tek başına, bunu yapmayabilirdin ve yapmamalıydın, ama yaptın çünkü sızlanmak istiyordun. Bu senin her türlü kötü alışkanlığa, her türlü başarısızlığına bahanendi çünkü. Şimdiyse gecenin bir vakti beni arıyorsun çünkü insanlar senden bıktı, kimse artık istemiyor seni ve hayatında ilk defa bir planın yok şimdi. Beni neden aradığını bile bilmiyorsun, yalnızca bir şeyler farketme umudun var eski zamanlardaki gibi. Seni üzmek istemem ama sana verecek bir şeyim yok. Bu hayatı kendin seçtin ve kendine böyle bir yol seçtiğin için sana çok öfkeliyim."

  "..."

  "..."

  "...seni kırdıysam üzgünüm ama birinin yüzüne vurması gerekiyordu."

  "Hayır, haklısın. Çok haklı. Potansiyelini bile bile kolay yolu seçmiş biriyim ben, depresyon kisvesiyle bütün fırsatları tek tek harcamış biri. Bu uğurda hepinizi üzdüm, hayal kırıklığına uğrattım. Beni böyle görmek bile canını nasıl yakıyordur kim bilir. Hayır, haklısın, hayır. Ben yanlış seçimler yaptım, bugün burada bunu konuşmamalıydık."

  "İyi misin?"

  "Hayır. Evet, belki. Hayır. Bilmiyorum. Düşünmeye ihtiyacım var."

  "Yalnız değilsin, lütfen böyle düşünme. Seninle konuşmaya korktuğumuz için konuşmadık hiçbirimiz, terketmiş değil seni dostların. Git uyu şimdi. Sabah tekrar konuşuruz."

  "...teşekkürler. Ve projelerin konusunda ciddiydim. Sen böyle bir hayat yaşamak için ülkenin en iyi mühendisliğini bitirm-"

  "Beni boşver, halledilemeyecek bir sorunum yok. Hadi kapatıyorum."



  Öyle bir temmuz akşamı, terasın kenarında salınıyorum. Aynaya bakmayı pek sevmeyen dostlara sahibim, olsun. Ben de onlardan pek farklı sayılmam. Birbirimizin aynasıyken kendimize bakmaya tahammül edemiyoruz sanırım. Daraltıcı yaz akşamında geçici bir serinlik var.

  Nefret ediyorum.