Yazıdan bağımsız olarak; anma töreninde gülecek kadar ciğersiz olmayın.
---------------------------------------------------------
Aslına bakarsanız o günün de diğerlerinden farkı yoktu başta. Yine gün aymadan kalkmış, üst ranzanın her yeri yazılı suntasına bakıyordum. Ne yazdığını okuyamıyordum ama gerek de yoktu, ezberlemiştim artık;
BABA MIDI
BARAN14YAŞINDA
16.04.2012 MIDI
SİVASSPOR
AÇIMMULAN
xXx_SERSERİSERBES55_xXx
Saçma sapan çizimler, kalp içinde isimler, bir dolu bok püsür.
Her geçen bir iz bırakmak istemişti, bazıları birden fazla. Bazılarıysa kendinden öncekileri sevmemişti ki anlaşılan, üstü karalı yazılar vardı. Belki burada yatan cengaverin gönlünü kırmışlardı ve sevdiğinin suntaya güç bela kazıdığı ismini aynı hınçla karalamıştı, ya da canı sıkılmıştı yalnızca. Yurtlular, sıkılır.
Karşımdaki ranzada yatan elemanı izledim bir süre, camdan yansıyan sokak lambalarından. Bu saatte hâlâ araba sesleri geliyordu. İtin öldüğü bu yerden nereye geçtiklerini merak etsem de pek sorgulamadım. Bana ne lan.
Elemanın dolma gibi dudakları iyice şişmiş, salyası akıyordu, deli gibi horluyordu ayrıca. Bu da takdir edersiniz ki, bakması zevkli bir kombinasyon değildi. Genelde uyurken hayvani tavırlar takınsa da, bazen de tam bir ölü gibi oluyordu. Üzgünken değil, hayır. Hiç bulamadığı bir sükunete kavuşmuşçasına mutlu olduğu günler daha sakindi. Arkadaşım üzüldüğünde çevresine saldıran bir tipti, evet. Ağzımda yeni yeni çatlaklar oluşmuştu. Su içmek için kalktım.
En azından denedim. Başım döndü ve yere kapaklandım, yine. Sürekli başım döndüğü için keşe çıkmıştı adım. Yatağımdan tutunarak kalkıp yine yatağımın kenarına oturdum, zaten en büyük dostum da oydu. Genelde zalim gibi davransam da beni hiç terk etmediği için seviyordum yatağımı. Şöyle bir silkinip yeniden ayağa kalktım.
Bu sefer becerdim. El yordamıyla dolabıma kadar ilerleyip bardağımı buldum, yine el yordamıyla kapıya kadar ilerleyip dışarı çıktım. Düşük bütçeli körlük simülasyonu. Koridordaki zayıf ışık beni bir an için kör etse de, alıştım. Koridorda, tahmin edilebileceği üzere, benden başkası yoktu. Ayaklarımı sürüye sürüye etüt odasına girdim ve yere oturup tek dizine sarılmış hâlde ders çalışan bir manyakla karşılaştım.
–Napıyosun lan bu saatte?
–Ha yarım saat önce uyandım abi. Dün akşam da erken yatmıştım zaten, erken kalkıp çalışırım diye.
Vay be. Bu planları ben de yapardım ama hiçbir zaman tutmazdı. Akşam erken yatayım, sabah erken kalkar yine yatarım. Çocuğa bir bakıp, motivasyonunun ne olduğunu merak ettim. Aile? Meslek? Bilim aşkı? Para? Bilmiyorum, hepsine alternatif yollardan ulaşılabilirdi. Gençliğimi her günümün belli bir vaktini sevmediğim şeylere ayırarak geçirmeyi anlamsız buluyordum.
Geçen hafta, biyoloji dersindeydim. Beni sözlüye kaldırıp sindirim sistemini girişinden çıkışına açıklamamı istediler. Konuyu çok iyi biliyordum ve çok da iyi gidiyordum aslında, sonra nedense, konuşmaktan zerre hazzetmediğim meymenetsiz tipin tekine bağırsaklardan bahsettiğimi farkettim ve durdum. Neden durduğumu sordular, bu kadar biliyorum dedim. Açıklasam ne anlayacaklardı ki.
Her yer sinek doluydu. Su doldurmak için sebilin plastik zımbırtısına bastırdığım bardağımda, ne kadar umursamasa da ders çalışan elemanın kafasında, gözümün önünde, masalarda, florasanda, her yerde. Doğal döngüdeki tek işlevi larva hâlinde öteki böceklere yem olmak olan, saçma sapan bir hayvan. Sinekler de ölsün, onu yiyen puşt da. Suyumu içip bardağı bir kez daha doldurdum. Bir daha içtim, bir daha doldurdum. Sonra odadan çıktım.
Odaya dönüp yatağıma gittiğimde kendimle karşılaştım. Öyle yatıyordu işte ölü gibi, ne kadar çirkin yatıyormuşum diye düşündüm. İnsanlar uyurken en savunmasız hâlindedir, bu yüzden biraz da olsa masum görünmelerini beklersiniz ama bazılarımızın içindeki şeytanlar bunu dahi engeller. Ben de öyleydim anlaşılan.
–Çok hoş, değil mi?
Sağıma döndüğümde Ölüm'le karşılaştım, daha önce görmemiştim ama Ölüm olduğunu içgüdüsel olarak anladım. Hiç beklediğim gibi değildi. Güzeldi, karmaşık siyah saçları vardı ve gözlerinden yorgunluk akıyordu, ayrıca çok güzel gülüyordu. Hakkında doğru bildiğim tek yer, dişi olmasıydı. Başka bir zamanda karşılaşsak belki çok iyi anlaşırdık ama şimdi üzerimde çizgili pijamam ve altımda yırtık eşofmanım vardı, bedenimse komik derecesine varacak bir saçmalıkta uyuyordu. Açıkçası, utandım.
–Uyurken daha seksi göründüğümü düşünürdüm.
Güldü. Evet, cidden çok güzel gülüyordu.
–Herkes öyle düşünür, buna kardeşim sebep oluyor sanırım.
–Peki şimdi ne olacak, hangi dinin cehennemine götüreceksin beni?
–Hangisine inanıyorsan. Benim için hepsi gelip geçici, bense sizi istediğiniz yere götüren bir aracıyım yalnızca.
–Öyleyse istersem beni cennete götürebilir misin?
–Seni cennet gibi bir cehenneme bile götürebilirim.
Düşündüm.
–Nasıl öldüm?
–Uykunda beyin kanaması geçirdim ama ruhun bir süre yürümeye devam etti. O suyu gerçekten istiyormuşsun sanırım.
–Çok susamıştım...
–Doğrudur. Müslüman cennetini mi istiyorsun şimdi?
–Senin yanında kalamaz mıyım?
Güldü.
–İnan, düşündüğün kadar eğlenceli değilimdir. Hem yanımda başkasını istemem ben.
–Denemedim demem en azından. Öyleyse beni Valhalla'ya yollayabilir misin?
–Emin misin, pek savaşçı bir tipin yok gibi?
–Orada ezilmeye de razıyım ben.
–E peki, madem isteğin bu...
Çevrem bulanıp birbirine karışmaya başladı, Ölüm'den başka bir gerçek kalmadı karşımda. Devasa beyaz kanatlarını açıp bana sarıldı ve havalanmaya başladık.
Ölüm, beklediğimden kesinlikle çok farklıydı.
10 Kasım 2017 Cuma
Son Hayaller
22 Ekim 2017 Pazar
Çölde Bir Kelle Avcısı
Bu hikâye, bloga yazdığım ilk hikâyeydi hatırlarsanız. Her gün parça parça atıp bitirmek için kendimi teşvik ediyordum.
Bitmedi.
Söylemekten bir miktar utansam da bitiremedim sıçtığımın şeyini. Sonra buradan kaldırıp wattpad'e attım, orada da bitirmedim. Oradan da sildim.
Şimdi buraya da, şimdiye kadar yazdığım bölümleri atıyorum. Bir gün belki devam ederim. Buraya son attığımdan beri ufak değişiklikler yaptım ama bu kadar okumanıza değer mi bilmiyorum.
Sövmeyin.
————————————————————————
Bandanayı ağzına çekti. Doğduğundan beri içinde olduğu bu topraklar onu doğduğundan beri rahatsız ediyordu.
Çorak Diyarların Kelle Avcısı Gondar. Kum ve Rüzgâr'ın Oğlu. Ailesini hiç tanımamıştı gerçi. "Sen ucubelerden çıkma bir garipten başka bir şey değilsin." demişti ustası; kellesi sayaç tarafından koparılmadan önce. Para verildiği sürece kimi öldürdüğünün önemi yoktu. Bunu ona ustası öğretmişti.
Yarım saat dolmuştu ve av hala gelmemişti. Güneşin altında bir kum tepeciğinin zirvesinde beklemek pek iç açıcı bir deneyim sayılmazdı açıkçası, çöl düz ve ıssızdı, Gondar kum rengi giyinmişti ama sayacın kızıl parlayışını saklayamaz ya da adamtutanın kancalarını gizleyemezdi. Bu kılıçların bir ismi vardı. Onları kuma gömmek saygısızlık olurdu ve bu gidişle birkaç yüz metre ötede giden kervanlar onu fark edecekti. Kelle avcılarının da başında ödüller olurdu. Bandanasını daha yukarı çekti.
Derken avı geldi; ama ufak bir pürüz vardı. "Bu kahrolasının bir karısı olmamalıydı!" diye düşündü. Avı olacak tüccarı günlerdir takip edip boş bir anını yakalamaya çalışıyordu, sonunda da fırsat karşısına çıkmıştı fakat hiç öyle kolay satar mı kendini kader, meğersem karısı varmış adamın ve günlerdir çıkmamış deve sırtındaki tahtırevanından!
Bu durum öyle kızdırdı ki Gondar'ı dostlar, o sırada ondan tarafa baksa birisi, kızıl gözlerinin parlaklığından şeytan yeryüzüne indi sanardı.
Şeytan yeryüzüne yüzyıllar önce gece gezen bir vampir formunda inmişti gerçi ya, konumuz bu değil.
Bu durum canını sıktı çünkü hesaplarda kesinlikle yoktu. Gondar'ın diyar boyunca en saygı duyulan kelle avcısı olmasının nedeni kopardığı kelle sayısı değil, işini hata oranı neredeyse sıfır olarak yapmasıydı. Bundan sekiz döngü önce ortadan kaybolan Meepo Beşlisi'nin sırrını işvereniyle kendi dışında kimse bilmiyordu.
Bir gün Rüzgâr Kalkanı'nda kafayı çok fena çekip olayı tüm meyhaneye anlatana kadar tabii. Fakat dediğim gibi, konumuz bu değil.
Gondar'ın işini bu kadar profesyonelce yapmasının nedeni koşulları iyi araştırıp yapacağı her hareketi planlamasıydı. Plana göre adam kervandan ayrılıp evine giderken onu takip edecek, bir çocuk çığlığı kopararak dikkatini çekecek, kasabanın en kör noktasına getirecek ve boğazına incecik bir kesik attıktan hemen sonra kumaşını bastırarak kanamayı durduracak, adamla birlikte gölgelere karışıp gidecekti.
Lakin papaz her gün pilav yemez. Tüm muhbirleri aksini söylemesine rağmen adam yalnız yaşamıyordu ve bu da işini gizli bir şekilde yapmasını, şu an için imkânsız kılıyordu. İşi gereği çok sabırlı olmasına rağmen muhbirlerinin yanlış bilgi vermesi ve günlerce boşa beklemek, sinirine dokundu.
Ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu zira ondan tarafa atılan bakışlar git gide artıyordu.
Bir süre düşündü, kararını verdi. Bulunduğu kum tepeciğinden ayrılıp adamın evinin karşısındaki harabeye girdi. Zede'yi çıkartıp beklemeye başladı.
————————————————————————
Kum tepeciğinde bekle, viranelerde bekle, gölgelerde bekle, orada bekle, burada bekle, bekle, bekle.
Kelle avcılığının sıkıcı yanı da buydu işte. Tüccarla karısı -neyse ki peydahladıkları bir çocuk yok!- üç saat önce eve gelmişlerdi ama Gondar doğru anı henüz bulamamıştı. Sol elindeki keserdöneri Zede'yi çevirmekten bileği saatlerdir tekrarladığı aynı hareketi istemsizce yapmaya başlamıştı. Biraz da bunu engellemek için, ama daha çok sıkıldığından, koluna bir çizik atıp agave özütü döktü ve bandajladı.
Agave özütü denen mereti çölde susuzluktan kafayı yiyen birisi agave kaktüsünü yarınca bulmuştu. Yüksek oranlarda alkol içeriyordu ve insanın canını epey yaksa da kafayı bulmak kadar yaraların dezenfekte edilmesinde de etkiliydi.
Aslında içkinin asıl olayı tuz ve misket limonuylaydı, fakat henüz bundan haberleri yoktu.
Her neyse, Gondar açıkçası yarasının acısıyla biraz kendinden geçmişti. Yemek almayı unutmuştu ve tepede saklanmaya başladığından bu yana bir günden uzun süredir bir şey yememişti. Çölde yetişen birinin açlığa ve susuzluğa dayanıklı olması beklenir ama Gondar küçüklüğünden beri istediği yiyeceği ve suyu her zaman bulmuştu ve kendi isteğiyle olmadıkça da bunun sıkıntısını çekmemişti. Bu yüzden şimdi başı dönüyordu, işi hemen bitirmezse yığılıp kalacağını farketti -aptal kadın, bir ayrılmıyor ki yerinden!-.
Derken kadın sonunda çöreklendiği divandan kalkıp mutfağa girdi. Çorak Diyar'da pencerelerde cam değil, güneşi engelleyen ve rüzgârı içeri alan tülbentler olurdu. Gondar yerinden kalkıp ağır ağır yaklaştı, sol eline yeniden Zede'yi almıştı. Kadın -ne de besili! tüccar karısı olmak vardı dünyada- elinde bıçağıyla yeşil bir çeşit et doğruyordu.
çok yakınnhh... evett... zedeyle boynunu yarıp hemen içeri atlarsam, adam da farketmez, ikisini de alır çıkarımmh!
En azından plan buydu fakat kadın bir an için arkasını döndü ve penceredeki Gondar'la göz göze geldiler. Gondar kadının yüzündeki dehşeti görünce sonraki hareketinin bir çığlık koparmak olacağını anladı ve Zede'yi fırlattı.
Çok yakındı. Plan hâlâ işleyebilirdi, kadın öldükten sonra içeri girip adamı da öldürebilirdi. Eğer Zede, boğazı iki santimle ıskalamasaydı.
Bıçaklar kadının kürek kemiklerinin ortasına saplanmıştı ve haklı olarak deli gibi çığlık atıyordu. Gondar hemen oradan gitmeliydi fakat Zede'yi bırakmasıyla duvara imzasını atması arasında fark yoktu. Adam mutfağa doğru koşturuyordu, çığlığı duyan herkes de birazdan eve toplanacaktı.
kahretsinkahretsinKAHRETSİN!
Kararını verdi. Pencereden içeri atlayıp Zede'yi kaptı ve o sırada kapıya kadar gelmiş olan tüccarı görünce cebinden Dagon'u çıkarttı.
Çok hızlı ve bir o kadar da gürültülü oldu. Dagon, büyünün ve teknolojinin bir arada çalışabileceğinin kanıtı, mistik bir aletti. Obsidyen kısa bir asanın ucuna oturmuş ters ve tabansız bir piramitti basitçe, zaten nasıl çalıştığını büyük ihtimalle ancak Aghanim biliyordu. İşlevi, bir anda çok güçlü bir ısı ışını ileterek hedefi kül etmekti. Yalnızca işlevini bilseydiniz mükemmel bir alet olduğunu sanabilirdiniz fakat -tanrı bilir neden- bunu kullandığında Gondar çok üşüdüğü ve daha önemlisi, evinizin içine yıldırım düşmüş gibi bir gürültü kopardığı için genelde kullanmazdı.
Evet, bu alet gerçekten gürültülüydü. Gondar'ın kulakları tıkanmıştı ve çevresini bulanık görüyordu, kadın yanıbaşında kanlar içinde yatıyordu ve tüccarın olduğu yerde küller uçuşuyordu. Kulağına gelen uğultulardan birilerinin yaklaşmakta olduğunu anladı. Son bir kuvvetle pencereden atladı ve yere yığıldı.
————————————————————————
...o sırada, kasabadan birkaç mil uzakta...
"Bu saatte böyle çorak topraklarda ne arıyorsun keçicik? Sakata gelirsin mazallah, etraf benim gibi serserilerle dolu!"
-keçicik mi? ahhahahhahahha!! şu aptala bak hele, suikastçıların ağa babası büyük rikimaru'ya keçicik diyor! tamam boynuzlarım var da, toynaklarım o kadar büyük değil ki benim...-
Üç ay, iki hafta ve sekiz gündür kendi yazdığı Gölgeler Kitabı'nı çalan hırsızı arıyordu Rikimaru, iziniyse üç hafta önce bulmuştu.
-iki dakika sıçmaya gidiyoruz, başımıza gelene bak! allahın götü boklu kelle avcısının elinde harcanacak kitap mı lan o! zaten koca kitaptan sade gölgelere karışabilmeyi öğrenmiş, onu da düzgün yapabilse bari. puşt.-
İzini, Tarabal sınırındaki bir tüccarla muhabbet ederken bulmuştu. Meepo Beşlisi'nin kayboluşunu anlatıyordu:
"Hepsi bir anda kaybolmuş be birader, beşi birden! Madende öteki geomancer'larla kristal arayışındaymış, ikisi diğer madencilerle konuşuyormuş hatta. Sonra bir anda, puf! Panikle koşuşturmuş madenciler, her tarafa bakmışlar ama birini bile bulamamışlar.
"Geçenlerde kelle avcılarından Gondar bir hikâye anlatmış Rüzgâr Kalkanı'nda, sözde o beşi aslında tek kişiymişmiş de, birini öldürünce diğerleri de ölmüşmüş. Nasıl kaybolduklarını sorunca da şöyle bir gerinmiş, meslek sırrı demiş. Palavranın daniskası!"
-itoğluna bak sen, meepo'nun sırrını da bilirmiş! kelle avcısı gondar demek...-
İlk gördüğü meyhanede durup Gondar'ı sormuştu sonra, barmen, ona sanki kumun ne renk olduğunu sormuşçasına bakmıştı.
"Çorakdiyar'daki en iyi kelle avcısıdır o, avını nereye kadar gerekirse izler, sabırlıdır ve asla iz bırakmaz. Son zamanlarda işleri daha da açılmış diye duydum hatta, sanki yeni bir güç keşfetmiş gibi. Zaten bir çalımla yürüyor artık, görsen inanamazsın! Tarabal'ın iç kesimlerindeki Naas'da yaşar.
"Fakat duymamana şaşırdım aslında, yabancısın herhalde?"
-demek naas... çok uzak bee! kaç haftalık yol... neyse, izini bulduk bari. şimdi saksıya fesleğen gibi oturtmaz mıyım seni arslanım?-
Evet, kaç haftalık yoldan geliyordu ve önünde de çok azı kalmıştı artık. Bu kadar az yolu kalmışken karşısına çıkan bu lavuk, bir bakıma eğlendiriyordu onu.
"Dengesiz duruyorsun."
"..ney?"
"Kuyruğumun ulaşabileceği bir mesafedesin ve" kuyruğuyla bacaklarına vurup adamı yere düşürür "bacakların çarpık duruyor. Yankesicilik de ayağa düşmüş arkadaş, tiplere bak! Kalk ayağa, sana soracaklarım var!"
Bu minyon tipli heriften dayak yemeyi beklemeyen serseri afalladı ama keçinin belindeki hançerleri görünce ayağa kalktı.
"Gondar nerede?"
————————————————————————
Gondar pencereden atladıktan sonra babalara gelebilirdi. Güruhtaki birileri onu görebilir, boynuna bilezik gibi geçirebilirdi.
Lakin Gondar efendinin de kendi yöntemleri vardı. Pek de hatırlamadığı bir zaman önce, kuzeydeki Crast Dağı'nın eteklerinde gezinirken, kimin olduğunu bilmediği bir eve denk gelmişti. Evin dışındaki kapısı hilalli tuvalet kulübesinden mırıltılar geldiğini duyunca bir risk alıp içeri girmişti.
Dürüst olmak gerekirse o sırada anlaşmazlık yaşadığı bir komutandan kaçıyordu ve gördüğü ilk deliğe dalmıştı.
Evde kimse yoktu. İçerde bir süre gezindi; kaliteli hançerler, mor bir pelerin, sis bombaları, biri kızıl ve kalın, diğeri yeşil ve ince iki kılıç ve türlü çeşitli zerzevat. Bunlardan evin sahibinin boş birisi olmadığını, yüksek ihtimalle suikastçı olduğunu, hatta hiçbir yerde arma görmediğinden anladığı kadarıyla loncasız bir sürgün ya da henüz çırak olduğu sonucunu çıkardı. Durum her iki şekilde de aleyhineydi ve evden hiçbir şey almadan ayrılmaya karar verdi fakat masada duran simsiyah kalın kitabı görünce bir göz atmadan gitmek istemedi.
gölgeler kitabı ha.. yazar, rikimaru.. hele hele! şimdi kitabı alsam peşime düşer de, çok da ilgimi çekti. ne yaps- allah tıkırtılar geliyo!
Pek zamanı yoktu, o da kitabı kaptığı gibi çıktı pencereden. Koşabildiği kadar hızla, tabii izlerini de silerek bir yandan, dağdan inip birkaç mil ötede bir meyhaneye rastlayana kadar durmadı.
Oraya girmedi tabii, meyhaneler gitmeyeceğinden emin olduğunuz muhbirlerdir. Bir duvara yaslanıp kitaba biraz göz gezdirdi.
"Bu kitapta gerçekliği kırıp gölgeyle ışığın arasında gezinmeyi öğretecek olan Rikimaru, çıkacak aksiliklerden hiçbir sorumluluk kabul etmez!"
hele hele! gölgelerde gezinmek diyorsun. bakalım öyleyse neyin nesiymiş bu kitap riki efendi..
Kulağa çok hoş geliyordu fakat yöntemler o kadar da basit değildi tabii, hatırlayamadığı bir zaman önce aldığı bu kitaptan, şimdiye kadar ancak Gölge Yürüyüşü denen tekniği öğrenmişti. Basitçe açıklamak gerekirse, bu teknikle kısa süreliğine de olsa, kendinizi canlı evrenin aciz gözlerinden saklayabiliyordunuz. Pek tabii normalde bu teknik hareketle bozulmadığı halde Gondar henüz bunu başaramıyordu. Yine de bu da bir ilerlemedir.
İşte pencereden atladığında da gölgelere karışmıştı Gondar, uyandığında üstü kumla örtünmüştü ve başı bedenini reddediyormuşçasına ağrıyordu. Kalkıp bir süre silkindi, baş dönmesinin geçmesini bekledi. Sonra da dışlanmışların meyhanesi Rüzgâr Kalkanı'na yollandı.
————————————————————————
"Oo Gondar, vay benim anam babam! Nerelerdesin?"
Pandaren meyhaneci Mangi, her zamanki gibi samimiyetini sonuna kadar kullanarak yaklaşmıştı Gondar'a. Meyhanedeki tek iyi şey de o sayılırdı zaten, bir de sonu gelmez Sarsaparilla stoğu.
Aslında bir han olsa da, gelip geçen pek olmadığı için genelde meyhane olarak kullanılıyordu. Bulunduğu kasaba, en azından bilinen dünyanın, en büyük çölü olan Tarabal'ın ortasında olduğunundan mütevellit, her daim kum fırtınaları olurdu. Rüzgâr Kalkanı, isminin hakkını veriyordu anlayacağınız.
Bu kadar tuhaf bir yerleşkenin sakinleri de tuhaftı tabii. Meyhanenin karanlık bir köşesine sinmiş, belli ki yol yorgunu bir insan -büyük ihtimalle kolcu-, zeminde sızıp kalmış yarasa-ayı kırması tuhaf bir mahluk, her yerden fırlayan bir avuç goblin ve çölün standart sakinleri, bir isimleri yoktu ama eğri kılıçları ve ne idüğü belirsiz, tüm vücutlarını kaplayan, kapkara ve maskeli kıyafetleriyle onların ayırdına varmak zor değildi. Kimileri kıyafetlerin teri içme suyuna çevirdiğini iddia ediyordu velakin henüz kimse bu çöl insanlarını ölü ele geçirme şerefine nail olamamıştı.
"Sorma be ihtiyar, ne saçma olaylar yaşadım bir bilsen."
"Son avını kaçırmışsın duyduğuma göre?"
lich king'in dönüşü böyle hızlı duyulmadı ulan!
"Senin de ağzında bakla ıslanmıyor be pandam. Çek bana şurdan bir Sarsaparilla, bir kum yuttum ki inanamazsın."
Gondar içkisini yudumlayadursun, mor kukuletalı bir adam girdi içeri, ya da ona benzer bir şey. Epey kısaydı, adımlarıysa sessizdi ve neredeyse sekerek yürüyordu ki, zorlasak koşma bile diyebilirdik. Yüzü belli olmuyordu ve adamın göze batan tek tarafı boynundaki parlak yeşil kolyeydi. Gondar, kolyeyi görünce nedense huzursuz oldu. Adam ona doğru yaklaşıyordu. Biraz düşündü, sandalyesinden geri kaydı, sessiz ve hızlıca karanlık bir köşeye geçti ve gölgelere karıştı.
"Ahaha! Tipim seni çok korkuttu herhalde. Servis vermeyecek misin bana Şişik?"
Adamın barmene hitabından sonra, bir süre kimse tek kelime etmedi. Adam barmenin gözlerinin içine bakıyor, sırıtıyor, bu sırada ötekiler onları süzüyordu.
"Tipin çok tekinsiz yabancı, buradakilerle kıyaslayınca bile. Pelerininin kumaşına bakarak çok uzaklardan geldiğini söyleyebilirim. Buraya belli bir amaçla geldiğin çok belli. Söyle, nedir amacın?
"Direkt sadede gel diyorsun, ama öyle hiç zevki kalmaz ki! Kaç zamandır bu amacın peşinde koşup duruyorum benim siyahlı beyazlı arkadaşım, biraz eğlenmek benim de hakkım bence."
Gondar'ın olduğu köşeye bir göz atıp sırıtır.
"Ama burada eğlenmek için gereksiz muhabbetlere gerek yok sanırım. Baksanıza, şu aptal kelle avcısı, benim yöntemimle benden kaçabileceğini sanıyor!"
Son sözüyle meyhane ayaklanır, herkes kukuletalı yabancının üzerine yürür fakat o anda ortalığı mor bir sis kaplar. Kimse önünü görmez, görenin kulağı işitmez.
hassiktir! dünyanın yarısı boyunca peşimden gelmiş deli! kimden neyi çaldım lan ben?!
Deli gibi paniklemiştir Gondar, Rikimaru'nun gelişi son derece beklenmediktir onun için ve kesinlikle hiçbir planı yoktur. Kılıçlarını çekip etrafını dönmeye başlar fakat bir türlü göremez hasmını, derken, boğazında bir bıçak hisseder.
"Görünmezken hareket edecek seviyeye ne zaman ulaştın, çaylak?"
————————————————————————
Bir haftadır çölde gidiyorlardı; daha doğrusu Riki önde gidiyor, Gondar sürükleniyordu - kolları elinden omzuna sarmal sarılıp düğümlenmişti ve sürükleniyordu. El kadar keçinin peşinden sürüklenen bir çöl varlığı komik ve saçma bir görüntü oluştursa da, dünyada daha saçma şeyler de vardı. Amiral'in iki kızından birinin buz rahibesi, diğerinin alev sultanı olması gibi.
Fakat konumuz bu değil. Gondar şimdi önündeki mor kürklü mahluğa itaat etse de, bu hep böyle olmamıştı tabii...
flaşbek hesaabı
"GÖLGELER KİTABIMI ONU BUNU DİKİZLEMEK İÇİN Mİ KULLANIYORSUN LAN?!"
Domuz bağı yüzünden hareket edememekten kudurmuş Gondar'ın ağzına bir tekme atar.
"BİNYILLARIN SUİKASTÇI SIRLARI SENİN AYIN OYUNUN İÇİN Mİ KAĞIDA DÖKÜLDÜ PEZEVENK!"
Öfkesinden açık veren Riki'yi, Gondar yuvarlanarak yere atar.
"SAHİP ÇIKSAYDIN DA ÇALDIRMASAYDIN LAN O ZAMAN! SIÇARKEN KİTAP MI ÇALDIRILIR?!"
Tabii uzun sürmez, birbirlerinin boğazına sarılırlar.
"HHNNGGSKKTTM!!"
"SSKKMMMNNHHH!!"
flaşbek hesaabı
Böyle ufak atışmalar sonucu, karşısındakinin yalnızca afilli bir keçi olmadığını anlamıştı Gondar. Mücadeleden vazgeçip kendini kadere bırakmıştı. Yine de yol boyu karşısına çıkan her kaçma fırsatını değerlendirmeye çalışmıştır...
flaşbek hesaabı
Artık mola verilmiş, kamp ateşinde koyu kızıl bir et pişmektedir. Gondar'ın elleri henüz çözünmemiş olsa da, umutludur hâlâ. Çok uzaklardaki kum tepelerinde, yıldırım hızıyla ateş topçukları sekmektedir..
"Benim seninle bir derdim yok aslında Gondar, ikimiz dünyanın iki yakasındayız zaten. Ben de tarikatten sürüldüğümden beri tek başıma yaşıyordum o dağ evinde, canım sıkıldı bir kitap yazayım dedim. Hiçbir suikastçının öyle bir kitaba ihtiyacı yoktur ki, öğrendikten sonra bütün hareketler refleks olur onlar için. Bunu yazmam da hataydı anlayacağın-
ohaa... adam kudurmuş lan yalnızlıktan! bana bile yavşıyor.. neyse suyuna gideyim.
-Evet abi haklısın.
-Ney?
-...ney ney?
-Neyde haklıyım oğlum?
-...yani...ben de olsam yazardım heralde...
-...haa onu diyosun.
o nasıl suyuna gitmekti hayvan herif?! yapacağın işi s@&#€
Muhabbet Riki'yi sarmıştır ve Gondar'ın ateşe yaklaştığını fark etmemiştir. Eh be Riki, insan esiriyle muhabbet eder mi hiç?
-Abi yanlış anlama da yalnızlıktan kafayı yemişsin sen bence?
-Diyosun?
-E kim o kadar yıl tek kalsa kafayı yer. Tarikat seni bıraktı da, başka hayat yok mu abi? Allahaşkına?
-...sen de haklısın lan. Bilemedim oğlum işte, başta güzel geliyordu, sonra da çıkmaya korktum. O açıdan iyi oldun bana b- Lan!
Ateş ipleri sarmış ve Gondaroğlan, yarınlar yok gibi koşmaktadır.
Lakin bu koşusu uzun sürmez, bir an etrafındaki zamanın yavaşladığını hisseder, sonra maddi bedeni donar kalır.
hhhfffsssss.... nnnooollluyyoorrhhh?!
Tarikatçilerin çok ilginç silahları vardır, bunlardan biri de Eter Bıçağı'dır. Kimin yaptığı bilinmese de yüksek ihtimal Merkür varlıklarının bir eseri olan bu bıçak, saplandığı yere maddi bir hasar vermese de, bedeni ruhtan kısa süreliğine ayırırdı. Tabii büyüler ruha çok daha fazla vurduğu için bu kısa sürede beden hasar almasa da, ruha onulmaz zararlar verebilirdi.
flaşbek hesaabı
Neyse ki Rikimaru bunu yalnızca Gondar'ı yakalamak için yapmıştı. Şimdi çölde öylece gidiyorlardı, ikisi de suskun.
Colossus'un Gölgesi / 1
"Diş fırçanı aldın mı?"
"Aldım."
"Ya havlunu?"
"28 yıldır bu işteyim hayatım. Her şeyimi aldım, merak etme."
Evet, 28 yıldır farklı galaksilerde, yaşanabilitesi olan veya olmayan her türlü gezegenden bilimum kayacın, mineralin, yüzeydeki gaz tabakasının, varsa sıvıların, biyolojik dokuların örneklerini topluyorum. Mesleğimiz literatürde uzay kâşifliği olarak geçiyor. Halk ise bize ışık getirenler diyor, bence saçma bir isim. Bilgi her zaman karanlığı aydınlatan ışık değildir ki. Tazılar üç yüzyıl önce Dünya'ya gelip birbirimizin kökünü kurutmamıza şahit olduklarında, bu onlar için neyi aydınlattı? Axell Alpha'nın milyon yıllık efendi ırk - köle ırk ilişkisini gördüğümüzde, daha doğrusu bizi Federasyon'a sokan dostlarımız olarak onlar bunu gözümüze soktuğunda, bu bize ne kattı? Milyon yıl uzaklıktaki mesafeden buraya o cüzzamlı yaratıkları getirdiğimde, Dünya benden intergalaktik bakterilere karşı korunmayı mı öğrendi? Bundan önce yüzlerce kurban vererek tabii? Ben kendime kurye diyorum bu yüzden. Dış dünyalardan paket getiriyorum ve iyiliğini kötülüğünü genelde bilmiyorum bile. Zaten gittiğimiz yerlerin neredeyse tamamı Federasyon'la anlaşmalı kâşif takası yapan gezegenler olduğu için işimiz basit bir doku kültürü taramasından öteye geçmiyor.
Ama bu sefer farklı. Keşfedilmemiş bir gezegene, tehlikeli bir görevle gidiyoruz ve 28 yıldır beni yolcu eden karım, bu sefer kolumu bırakamıyor. Şansım varsa onu yılda bir defa görüyorum ama bu beni çok mutlu ediyor. Her eve gelişimde, yüzlerinde duvarın arkasından hissedebileceğim somut bir heyecanla bekleyen ufacık kızım ve onun çocuksu annesi yerine duvarlardaki sessiz yankılarla karşılaşsaydım, çıldırırdım.
Saat gecenin ikisi ve biricik kızım o melek uykusunun başlarında daha. Beni yolcu edecekti güyâ, yine dayanamadı bıcırık. Çıkmadan önce içeri girip kızımı son bir kez öpüyor ve tertemiz kokusunu içime çekiyorum. Doğduğu zamanki kadar güzel geliyor burnuma, bir o kadar da masum ve savunmasız. Kendimi bildim bileli bir kızım olsun istemiştim ama bu dolu olduğu kadar boş evrene onu getirmekle iyi mi ettik, bilmiyorum. Karımla aldığımız bu karar kesinlikle bencilceydi.
Sırtımda bavulumla dışarı adımımı atıyorum. Trafik lambalarında bir logo durmaksızın yanıp sönüyor, Dünya ve hemen önünde zincire vurulmuş bir meşale.
Prometheus ve Atlas. Bizi devletin boyunduruğundan kurtarmak isteyen iki siber korsan. Şimdiye kadar orada burada değiştirdikleri sistemlerle halka zarar vermekten başka bir şey yapamamış iki sahtekâr, yüksek ihtimalle iki başarısız bilişim öğrencisi. İnsanlar kendilerini yüzyıllar önce yazılmış karanlık gelecek senaryolarına öyle kaptırdılar ki, sakin bir gelecek bazılarına imkânsız görünür oldu fakat sürpriz, gelecek yaşamasını bilene gayet yaşanabilir bir yer. Yüksek teknoloji - yüksek yaşam diyemem ama orta yaşam'ı karşılıyor en azından.
Zaman yolcusu falan değilim, yanlış anlamayın. Eski zamanın klasiklerini çok sevmişimdir yalnızca. Bu da yaşamadığım bir geçmişe özlem duymama yol açtı.
Otobüs durağına geliyor ve beni yıldız gemime götürecek otobüsü beklemeye başlıyorum, ayakta tabii. Banklarda, her zaman olduğu gibi bir Slofrom var. Federasyon kuralları gereği üye gezegenler öteki üye gezegenlerden misafirleri kabul etmek zorundadır, misafir bir doğal düşman değilse. Bu tombiş pembe ırkın tek düşmanıysa yine kendileri; hareketsizliklerinden gezegenleri çekirdeğine doğru çöküyor. Dışarıdan bakınca oldukça komik bir durum.
Gözlerim ışıklardan yorulmaya başladı ve otobüsüm hâlâ gelmedi. İlk ilkel otobüs bulunalı bin yılı geçti ve ben, başka bir gezegene gitmek için otobüs bekliyorum. Hayatın tuhaf bir espri anlayışı var. Lenslerimin kontrastını artırıyorum, fazla ışık bu yaşlı gözlerde ağrı yapıyor.
Otobüsüm önüme konuyor sonunda. Biraz itiş kalkışla da olsa biniyor ve gözlerimi kapatıyorum. Axell Alpha'daki dostlarımız bize maddenin boşluklarından geçmeyi öğrettiğinde, bu teknolojiyi ilk olarak arabalarda kullandık. Bir çocuk gibi. Araçla belirlenen mesafeleri üç boyutta saniyeler içinde alıyorlar ve önlerine Dünya dışı sıkı dizilimli elementler çıkmadıkça da durmuyorlar. Yine de yapıtaşlarınıza kadar içinizde neredeyse hiç boşluk kalmaması, takdir edersiniz ki daraltıcı bir his.
Hangar girişinde kısa bir taramadan sonra benim Remy String olduğuma ikna oluyorlar ve Kolezyum kod adlı gezegene gitmek üzere gemime biniyorum.
Yangın
Yanıyor.
Yatağımın önündeki yeşil dolabım, duvarlardaki oyun posterlerim, kitaplığımdaki bir ton kitap, kitaplığım, sağındaki bilgisayar masam, bilgisayarım, yatağım.
Hepsi yanıyor, ben de yanıyorum.
Huzursuz bir uykudan uyandım, boğazım kurumuş ve gözlerim zar zor açılmaktaydı. Önce çıtırtılar geldi kulağıma, gözkapaklarım kalktıkça da odamın kızıl-turuncu spektrumunu gördüm. Duvarlarım kızıl olsa da, ve de masam, sandalyem, aynada baktığım insan, bu farklı bir kızıldı. Kırmızının o güzel sıcaklığını hissetmiyordum. Yaşıyordum. O an fark ettim bir şeylerin ters gittiğini.
Ablamın yatağına baktım önce. Yarısı solundan içeri çökmüş, üstünde kömür karası bir insan modeli yatıyor, havaya keskin bir yanık et kokusu hakim. Koku gittikçe yoğunlaşıyor, etten plastiğe doğru ilerliyor, ciğerlerimi baskılıyor. Ablam güzeldi, zekiydi, eğlenceliydi. Benimki gibi kızıl kıvırcık saçları ve yumuşak hatlarıyla, çocuk gibiydi ablam. Daha birkaç saat öncesine kadar, tıkır tıkır işleyen bir organizmaydı. Şimdiyse kara kuru bir yığın. Ablama üzüldüm o an.
O an çığlıklar falan bekledim anamdan babamdan ama gelmedi, onlar da odun kömürüne dönmüşlerdi herhalde. Doğ, büyü, yaşa. Evin olsun, işin olsun, eşin olsun. Seni sevenler olsun, bir iz bırak yaşamda. Sonra git, mal gibi öl. Olacak iş miydi bu?
Kalksam kurtulurum belki ya, içimden hiç gelmiyor be. Ölmek istemiyordum ama zevk de almıyordum ki yaşamaktan. Her gün bir sınav. Sevilmeyen insanlar, sevilmeyen işler, sevilmeyen dersler, sevilmeyen hayatımız, sevmemek, sevilmemek. Böylesi bir sevgisizliğin içinde yaşamamak o kadar da koymaz diyorum. Belki de üşengeçliğimi kamufle etmek için diyorum bunu, çünkü belden aşağım tutmuyor. Kapıya kadar sürünmek de çok yorucu.
Etrafımdan kara kara dumanlar yükseliyor, görüşüm şimdiden bulanmış. Son bir kez göz atıyorum artık parçalanmaya başlamış ablama. Dünyam yanıyor, ben yanıyorum. Bu dünyayı terk etmek düşündüğüm kadar korkunç değil sanırım.
Cinayet
Bugün 16 Eylül, senenin bir önemi yok. Ruhumun sol yarısını katlettiler dün. Güneş henüz tepedeydi.
Evdeydim o sırada, günlük pineklememdeydim standart, okulu beklediğiniz o saçma günlerden biriydi işte. Ablam girdi sonra odaya, pek umursamazdım ya normal zamanda, bir hüzünlü geldi gözüme o an. Kocaman olmuş gözleri ve kalkmış yukarı kaşları, ağladı ağlayacak, bana bakıyordu.
"Vurulmuş" dedi.
Bir sessizlik oldu odada. Kim olduğunu bilmekten ölesiye korkuyordum.
"M... abin. Komşusu vurmuş abini!"
Konuşamadım.
Ne bir teselli, ne ağıt, sustum yalnızca. Yani hayır duygusuz falan değilim, ama öylesine iyi insanlara zeval geleceğine de, bir anda inanamıyordu ki insan. Ruhum daraldı, dışarı çıkmak istedim ya, istedim sadece. Şimdi haberi alan birini yalnız bırakmak olmazdı.
"Durumu nasılmış?"
"Sırtından domuz saçmasıyla vurmuş, çok ağırmış. Yanında karısı H... ablan da varmış o sırada, onu da vurmuş. Gelenleri almamışlar içeri. Haber bekliyorlar."
Nedendir bilinmez, sonradan hınçla dolup taşsam da, sebebini sormak o an aklımdan hiç geçmedi.
Beklemek çok kötüydü. Yavaşlamıştı kalbimin atışları, sonucu bile bile beklemek hele, daha da zulmediyordu insana. İçim kan ağlasa da susuyordum öyle, konuşamıyordum ki. İçerden yeğenimin izlediği çizgi filmin sesi geliyordu sade, gerisi sessizlik. Ruhum daralmıştı çok fena, dışarı çıkmak istemiştim ya, istemiştim yalnızca. Şimdi haberi alan birini yalnız bırakmak olmazdı.
Haber de kısa zaman sonra geldi zaten. İkisi de ölü, yengemin ana babası da hatta. Arazi kavgası dediler, detaylar manasız. Dört insanı öldürecek güçte bir nefretin sebebinin önemli yoktur.
Ev bir an için doldu, hepimiz cenaze evine gittik sonra. Kadınlar kendini parçalıyordu haklı olarak. Canlarından can gitmişti, ne yapsınlardı başka? Suskun kalmak da biz erkeklere düşmüştü tabii.
Bir oğlu vardı M... abimin, ilkokulda daha. Teyzesi almış olay olur olmaz. Şöyle bir uzaktan gördüm sadece yeğenimi. Öyle aciz, masum, suskun. Olaydan haberi var ama etkilerini bilmiyor. Ruhum daraldı, bırakmak istiyordum artık her neredeysem, kaçıp hava almak, haykırmak istiyordum, orada insanlar ölmüşken dahi, kendi derdime düşmüştüm. İstedim yalnızca, tabii. Olmazdı şimdi cenazeyi bırakıp kaçmak.
Orada bana başsağlığı dileyenlerin hepsinin simasını hatırlarım. Öylesine bir gelmiş olsun, yoldan geçerken cenazeye bir teselli vermek istemiş olsun, ya da içi yanan bir akraba. Hepsi. O insanlar benim için değerlidir, benim için geldiklerinden değil ya, kimim ben, yalnızca bana bir el uzattıkları, sırtıma dokundukları için.
Akşamı ettik otopsiyi beklerken, eve geldik artık. Sabaha kaldı cenazenin yıkanması. Eve geldik, masada oturduk sessizce, bizden sonra da babam geldi. Sessizce başsağlığı diledik tekrardan, içeri gitti o da. Elde yine sessizlik kalmıştı.
Dayanamıyordum artık, göğüs kafesim dar geliyordu bana. Balkona çıktım, soluklandım, soluk soluğa. Sakinleştim sakinleşmesine ya, geçmemişti ki daraltım. Neyse dedim, Allah büyük. İçeri girip masaya oturdum ailenin kalanıyla, masayı boş bırakmak olmazdı böyle zamanda.
Yatmaya yakın, ablam döndü bana, yüzünde bir tebessüm.
"Hiç üzülmedin değil mi?"
Hiçbir şey diyemedim başta, saçmalama, çıktı sonra ağzımdan. Ne denirdi ki bu söze, ne denirdi sizi kalpsizlikle yaftalayana. Ne denirdi insanın yüzüne böylesine çarpana. O da üzgün işte dedim, boşverdim.
Bugün 16 Eylül, senenin bir önemi yok. Sabah cenazesini yıkadım abimin, imamla beraber. O günden beri dar geliyor ruhuma yüreğim.
11 Eylül 2017 Pazartesi
Kısa Kısa - Ezan
Sabahın köründe uyanmış, tavandaki anlam veremediğim mat kırmızı lekeye bakıyordum, beynimde sabah sisi. Gözlerimle lekeden bir futbol sahası çizerken, ezan okunmaya başladı. Bir huzur kapladı içimi, var mıydı ulan sabâ makamı gibisi?
Dinliyorduk dinlemesine de, bir tuhaf gelmeye başladı kelimeler, bulandı helezonlar çizdi tüm çevrem. Mat kırmızı leke büyüdü, evi kapladı, içinden evim çıktı sonra, leke geldi yerine döndü. Kulağımda dayanılmaz uğultularla kalktım ayağa, dehşet bir baş dönmesi. Odaklandım, odaklandım, fark ettim sonra ezandaki tuhaflığı.
Ne zamandan beri tersten okunuyordu lan ezanlar?
9 Eylül 2017 Cumartesi
tembel adamın yakarışı
okulun açılmasını iple çekiyorum.
11 yıllık eğitim hayatım boyunca bunu diyeceğimi hiç -ama hiç- düşünmezdim ama hâl ve vaziyyet bu yönde. öyle ki yurdu bile -rabbim neler diyorum- özledim diyebilirim.
aslında yurdu özlememin bir sebebi de yurt üst dönemlere çıktıkça güzelleşen bir yerdir ve son sınıf tınmazlığını yaşamak istiyorum ama konumuz bu değil.
okulu ve yurdu özlememin tek sebebi oralarda daha iyi çalışılıyor.
evet.
hayatı boyunca oturup yarım saati geçkin çalışmayan -fiziği tenzih ederim- ben, daha iyi çalışabilmek için okula ve daha acayibi yurda gitmek istiyorum.
hayatımda çok ilginç olaylar oldu. duygusal şoklar, ani aydınlanışlar, hayal kırıklıkları falanlar filanlar ama belki o sıralarda küçük olduğumdan ya da hiçbirini umursamayacak kadar aymaz bir insan olduğumdan -bu ihtimal ağır basıyor- -psikolojinin savunma mekanizması da olabilir aslında- -incelemek lazım- hiçbirisini bir dönüm noktası olarak görmedim, geriye dönüp baktığımda işte o günden sonra böyle oldum demedim. ama şu an içimde tuhaf hisler var.
hayır, midemde kelebekler uçuşmuyor. hamile de değilim.
bu hisleri cidden tanımlayamıyorum. hayatım boyunca bir iki şey dışında hiçbir şeye öyle aman aman çaba göstermedim, onlar da ya zaman geçsin diye ya da sonrasında yapacaklarımı kolaylaştırsınlar diyeydi zaten. dikkatimin de -çok- kolay dağıldığı düşünüldüğünde aslında şaşırtıcı değil ama genel olarak çalışmayı sevmeyen ve kolayı yapılabiliyorken uğraşmayı gereksiz bulan bir zihniyetim var, ki, sorun da burada.
son senem olduğu için çalışmam gerektiğinin inanılmaz farkındayım ama mantığım bunun gerekliliğini kabul etmiyor. bu yüzden oturup gereksiz bulduğum bir konuyu çalıştığımda adeta doğama ihanet ediyorum.
yazarken sinirlerim bozuldu. böyle boktan bir dert olabilir mi lan?
çalışıyorum ama bu bana koyuyor çünkü doğama aykırı.
hassiktir git şurdan, derdim eğer bunu diyen bir başkası olsaydı fakat insan kendi kendini siktir edemiyor maalesef.
neyse, demem odur ki okul döneminin hemen gelmesini istememin nedeni, bu atlayışın daha kolay gelip geçmesidir. insan doğasını reddetmemeli derim hep ama çalışmayan insandan da bir nevi tiksinirim. bu da böyle bir çelişki.
zaten bu yüzden artık çok daha seyrek yazı yazıyorum ve daha da seyrek buraya atıyorum. koca yaz tatilinde normal şartlar altında bu blogu alır götürürdüm ama imkânlar elverişsizdi işte. peki o koca yaz tatilinde ne mi yaptım?
bam. işte tatilimin yarısı ve büyük ihtimal daha fazlası. bu arada fotoğrafı kurban olduğum ablamın bana emanet ettiği fotoğraf makinesiyle çektim. hatta dur yapmazsam ölürüm:
yaşasın monokrom ve her çeşit tonu ulan.
işte böyle sevgili okur ve bilmemkaç yıl sonra bu yazıyı okuyacak gelecekteki ben. şu an bok gibi bir dönemden geçtiğimi düşünüyorum ama büyük ihtimalle daha başı bile değil. okuyup okuyup bıyık altından gülerim artık.
31 Ağustos 2017 Perşembe
mezarlık
mezarlıklar bana hep tuhaf gelmiştir. ne zaman bir mezar ziyaretine gitsem etrafıma bakarım. genelde kimse olmaz ama böyle bayramlarda da pek bir dolu olur. insanlar yaşarken de bayramdan bayrama gördükleri ebeveynlerinin alışkanlıkları bozulmasın istiyor sanırım.
herkes elinde bir yasin, bir kuran, dua kitabı falan taşır. taşısınlar, okumasınlar demiyorum tabii ama bunu herkes tekrarlayınca monoton bir prosedürden fazlası olmuyor ki bu ziyaretler. ne okuduğunu da bilmiyorsun ki zaten dingil. neyse.
hele yakın zamanda bir yakınınız öldüyse bu ziyaretler daha da tuhaflaşır. ortamdaki hava hüzünlüden çok, tuhaftır işte. daha bir yıla kadar yanınızda olan insanla hiçbir şekilde iletişim kuramıyor olmak insana olasılık dışı gelir. ölüm insana yakın olduğu kadar uzaktır da. bugün gidemediğimiz yerler olunca açıp fotoğraflarına bakıyoruz, gezenleri dinliyoruz. ölümde böyle bir şansımız olmadığından da, kabullenemiyor insan, mantıksız geliyor. insan, tecrübe edilemeyenin yabancısıdır.
bir de mezar sulama muhabbetinin hastasıyım. arkadaş bir de sıra vardı ki bugün, yarım saat bekledim bir teneke doldurmak için. o da yarım saatte doldu zaten.
bunu insanlar neden yapıyor, ben neden yapıyorum, bilmiyorum açıkçası. toprak lan işte. tarla mı ekeceksin üstüne, ot çiçek olmasa ne fark eder?
yine de en çok hoşuma giden doğumu hicri, ölümü miladi yazılan mezarlar sanırım. oğlum insan bir hesaplar lan. kimlikte yazanı geçirmiş direkt davar.
bak bugün de bir arkadaşımın adını gördüm mezar taşının birinde, arkadaşım doğmadan iki yıl önce ölmüştü. öldükten sonra ruhunu çaldığı fikriyle çok eğlendim orada. bakmayın oğlum öyle, ağlamakla gülmek kardeş demedik mi?
mezarlıkları severim sonuç olarak. öyle sevdiklerimle son bir buluşayım tarzı romantik nedenlerden değil, bir bakıma eğlenceli bir yer. hem selviler de iyi kafa yapıyor.
sen kilitle kapıyı bekçi dayı, işim bitince ben çitlerden atlarım.
28 Ağustos 2017 Pazartesi
Mola - 2/2
ne kadar pek fanı olmasam da, hepinizin kurban bayramını kutlarım! hayatım şu sıralar ev ve dershane arasında geçtiğinden yazı yazmaya pek odaklanamıyorum, o yüzden de biraz dandik bir son çıktı ve anlayacağınız üzere aceleyle yazayım yollayayım kafasıyla yazıldı. yine de yazı yazıdır.
bitsin aq hikayesi.
-------------------------------------------------------
Artık insan görüyor olmanın verdiği rahatlamayla içeri girerken adamın aklından geçen ilk düşünce mekanı kes amına koyayım oldu. Tepedeki tek floresan aydınlatmayı unutmuş, öylesine cızırdıyordu. Yine de az çok iş görüyor olacak ki içinde bir sinek soykırımı yaşanmış gibiydi. Yerlerde arası kirden gözükmeyen sarı fayanslar vardı, emin olmamakla birlikte bir zamanlar beyaz olma ihtimalleri de vardı tabii. Kasadaki cılız, sivilceden yüzü gözükmeyen ergen, gelen müşteriye dalacakmış gibi bakıyordu. Sağ elindeki telefona bakılırsa adam, çocuğun sevgilisiyle mesajlaşmasını falan bölmüştü. Hormondan kanı beyaz aktığı için, kızması pek tuhaf değildi. Çocuğun önündeki büfeye çorbalar dizilmişti. Mercimek içine balgam atılmış gibi bir yeşildi, işkembenin içinde yüzen turuncu şeyin ne olduğu hakkında da bir fikri yoktu. Yanlarında ne olduğuna anlam veremediği bir çorba daha vardı, açık sarıydı ve üzerinde kara kara noktalar geziyordu. Köşede de böyle ortamların olmazsa olmazı küçük ekran tüplü televizyon vardı, yayında da ne yayınladığı belli olmayan yerel bir kanal, tabii. Mekanı kes amına koyayım.
Ne alırsın abimm?
O ne samimiyet lan öyle? Abisi gurbetten gelse öyle yavşamaz puşt. Neyse, hadi bakalım.
Mercimek çek.
Abi gelirken uzakta görmüş bizim pompacı seni, eline alıyormuşsun az daha ahuahuahauha!
Yüz kilometre yolda tek tesis var, onlara da naklen yayın yaptık.
Zevzeklenme çorbayı getir!
Ergen garson efendi yüzünü asıp gitti. Gebersin pezevenk diye düşündü adam.
Bir yandan da doğru söylüyordu ama çocuk, eline almasına ramak kalmıştı.
Şanzımanı yani.
Buradan çıkınca arabaya biner, şöyle bir iki saat uyurum diye düşündü. Az yolu kalmıştı ama göte gelmek de istemiyordu.
Bekle allah bekle, gelmedi adamın çorbası. Masadaki plastik örtüyü çeke çeke genişletmişti.
Oğlum bizim bi mercimek vardı!
Önce cevap gelmedi, az sonra çocuk elinde çorbayla çıkageldi. Pezevenk.
Mercimek kötüydü. Öyle böyle değil, ciddi ciddi kötüydü yani. İte versen it içmez. Öyle ki, yarısına gelmeden tıkandı bizim adam. Televizyon da çok baymıştı zaten, hesabı ödeyip çıktı.
On liraya mercimek mi olur lan? Bari bir boka benzeseydi...
Benzin için de ruhunu satıp arabaya bindi.
Litresi 4.88'e motorin mi satılır lan? Bu devlet de adam silkeliyor...
Arabayı kenara park edip koltuğu yatırdı, biraz fazla zorlayınca kırdığından korktu ama bir şey olmadı. Uzanıp rahatsız ama gerekli bir uykuya daldı.
Uyandığında hava karanlıktı ama adam bok yemiş gibiydi, o kadar az uyumuş olamam diye düşündü. Arabadan çıkıp lokantaya girdi. Etrafa biraz göz attı, mekanda hiçbir değişiklik yok gibiydi.
Ne alırsın abimm?
Noluyor ulan?
Abi gelirken uzakta görmüş bizim pompacı seni, eline alıyormuşsun az daha ahuahuahauha!
8 Ağustos 2017 Salı
Bu Aralar Ne İzliyorum - Koroshiya 1
Ichi, artık hipnotize mi ettiler başına saksı mı düştü bilmiyorum ama geçmişini hatırlamayan biridir. Zaman olur mafyadan <Anjo değil> biri bunu alır ve geçmişte bazı kötü olaylar yaşadığına <spoiler olmasın> inandırır, bizim Ichi de sadist bir manyak olur çıkar. Manyaklığı nerede derseniz, adam tuttuğu fahişeye tecavüz etmesi için birini ayarlayıp bunu izleyerek kendini tatmin ediyor. Peki bu adam Ichi'yi sevaptır diye mi yanına aldı, tabii ki hayır. Çocuğu geçmişinde zorbalar tarafından tartaklandığına inandırdı ve öldürmesini istediği insanlara da zorba bunlar dedi, Ichi de eyvallah dedi.*Yakuza : Japon mafyası.
23 Ocak 2003
2001 - Japonya , Hong Kong , Güney Kore
Aksiyon , Dram , Gerilim , Komedi , Korku , Suç
117 Dak.
Takashi Miike
Tadanobu Asano , Paulyn Sun , Suzuki Matsuo , Shinya Tsukamoto , Shun Sugata
Hideo Yamamoto , Sakichi Sato
Akiko Funatsu , Toshiki Kimura
31 Temmuz 2017 Pazartesi
filtre kahve nedir? yenir mi?
bildiğin filtre kahve yapımını anlatacağım işte ama ucuz işte yalan yok. tabi öncelikle nedir bu kahve ve filtre kahve?
öncelikle belirtmek isterim ki üçü bir aradalar kahvelerin artığının şeker krema peynir altı suyu tozu <oha> cart curtla karıştırılmasıyla elde edilen kimyasal şeylerdir ve kahve değildir. kahve dediğimiz şey, kahve çekirdeklerinin <solda> <telefondaysanız herhalde aşağıda ya da yukarda> kalın ya da ince çekilip suda demlenmesiyle - evet demlenmesiyle - elde edilen bol kafeinli sıvıdır. filtre kahve de, benim birkaç belgeselden öğrendiğim kadarıyla - e hiçbirimiz kahve içmeye brezilya'ya gidemiyoruz sonuçta - o çekirdeklerin kalın çekilip demlenmesiyle elde edilen kahveymiş. şimdi bu kahve tanımından suda çözünen bir takım zerzevat kahve değildir diyebiliriz lakin işin içinde gold kahveler falan da var. onlar ne oluyo ya da ne katıyolar da çözünüyor bilemedim şimdi.
durduk yere bu filtre kahve sevdası nereden çıktı diyebilirsiniz. pek de durduk yere değil aslında, ben o gold kahve dediğimiz kahvelerden günde 2-2,5 [ikiikibuçuk] litre içen bir insandım. nette de bu filtre kahvenin adını duyunca yapımı da zahmetli üşenir de daha az içerim diye bir deneyeyim dedim.şaka lan. o kadar ismini görünce merak ettim nasıl bir naneymiş diye. daha az içtiğim de yok zaten aynı kahveyi daha çok uğraşarak içiyorum ama tadı daha iyi şimdi allahı var. şimdi yapımına geçelim isterseniz.
MALZEMELER
yok mu? dert değil. jacobs'un çoğu yerde satılan şu kahvesi var. insanın genzinde kalan hoş bir aroması var.YAPILIŞI
şu gördüğünüz kahve presine <yeni aldıysanız tabii ki iyice yıkadıktan sonra> kahvemizi koyuyoruz. o sırada suyumuz kaynıyor tabii. şimdi bu kısım önemli - su kaynadıktan sonra lök diye dökmüyoruz suyu da en azından bi üstündeki kaynama belirtileri bitene kadar bekliyoruz. bekliyoruz çünkü direkt dökersek o kahve yanıyor. en azından öyle diyorlar ama kahveye saçma bir acılık eklediğini söyleyebilirim. neyse velev ki bekledik. suyu kahvenin üstünü ancak örtecek kadar koyup üzerini kapatıyoruz ama basmıyoruz. böyle bir dakika falan durduktan sonra presin üstünü alıp karıştırıyoruz. sonra kalan suyu ekleyip üstüne yine basmadan kapatıyoruz.27 Temmuz 2017 Perşembe
Sorgu
Perturbator
Carpenter Brut
Jasper Byrne
------------------------------------------------------
-Neden burada olduğunu biliyor musun?
-Biliyorum.
-Güzel, buraya gelenlerin çoğu bok varmış gibi sabaha kadar oyalar bizi. İşimizi epey kolaylaştırdın.
-İşinizde iyi olsaydınız sabaha kadar sürmezlerdi.
-Bana işimi öğretmeye kalkma. Anlat, geçen hafta, cumayı cumartesiye bağlayan gece ne yapıyordun?
-Kanıtlar yetmiyor mu zaten, bırakın da içerde uykumu alayım bari.
-Son kez söylüyorum, bana işimi öğretmeye kalkma. Anlat.
-Güneşten sonraki 1'den sonra yapılan hayırlı bir iş yoktur, ben eski kasa külüstürüme atladığımdaysa ikiye çeyrek vardı.
-Bak bak edebiyat da yapıyor pezevenk.
-Böyle kesersen benim sorgu da sabaha kadar sürer bak.
-Tamam tamam devam et.
-Araba ısınsın diye kontağı açmış beklerken yolun karşısındaki evimin penceresine bakıyordum. Loş turuncu tavanda mat kırmızı lekeler göze çarpıyordu. Al işte, ışığı yine açık unutmuştum. Böyle böyle yiyordum maaşı ama ne altı kat çıkmaya gücüm vardı, ne asansöre yetecek nefesim. O toprak kokulu pas tabutundan ölesiye korkardım ya, üşengeçlikten neler bulmuyordu işte insan. Ruhumun sıcak buharı kaçmasa ağzımdan, yerini dolduracak soğuk tabuk havası içeri nasıl girsindi. Ya da kendimi böyle kandırıyordum.
-Bize ne lan senin korkularından, olayı anlat!
-Az sus da anlatayım. Neyse ne, lamba da tekliyordu zaten, ben dönmeye kalmaz patlardı. Florasan alsam her hafta değiştirmeme gerek kalmazdı ama o kör beyaz ampuller de bana çok tersti doğrusu. Florasan açıldığında kornealarım kızarır, göz bebeklerimden sinir uçlarıma bir alev salvosu yıldırım hızıyla yayılır. Ondan sonrası zaten geçici körlük, baş ağrısı, çınlama falan. Panayır. Beş saniyede Allah'ımı şaşırırım öyle zamanlarda anlayacağınız, alanlar da neden alır bilmem. Tasarruf içinse yazıklar olsun. Mavi tükenmezle elime not aldım - AMPUL AL.
Hurdam çalışmamakta ısrarcıydı. O da haklı gerçi, otuz senelik alet Çorum ayazını nasıl kaldırsın? Ayaz denince akla ilk Ankara gelir ama Çorum da ondan aşağı kalmaz, ki bana göre Ankara'ya ayazı, oraya göçen zibil gibi Çorumlular götürmüştür. İlginçli Bilgi: Ankara'da Ankaralı olmayan en yüksek nüfus, Çorumlulardır. Gerçi bu istatistik Suriye zamanından önceydi. Şimdi bizi de geçmişlerdir herhalde. Neyse, sert mantolu ve bıyıkları buzlu insanlarıyla Ankara, serhat bir ilimizdir.
-Nasıldır nasıldır?
-Serhattir.
-Dalga mı geçiyorsun bizimle?
-Hayır.
-Kafaya mı alıyorsun?
-Hayır.
-Taşak mı geçiyorsun?
-...
-...
-Devam edeyim mi?
-Et.
-Arabayı beklerken ne yapayım diye düşündüm bir süre ve ona karar verene kadar radyoda takılmaya karar verdim. İlk önüme çıkan kanalda Osmanlı'da zart zurt kültürünü tartışıyorlardı. Hevesim kaçtı, kapattım. Torpidodan eski dostum FELÇ'i çıkarttım. Bu kasedi öğrencilik yıllarımda çektirmiştim, içi o zamanlar yeni çıkan synthwave müziklerle doluydu. Toplasan belki yüz binden fazla kez baştan sona dinlemişimdir ama yine de ilklerin yeri bir ayrı oluyor. Synthwave bilgisayardan yapılan bir müzik olduğu için teknolojiyle birlikte doğal olarak daha iyi işler çıkarttı, yine de ben onlara pek alışamadım. İnsanı gece çalacak bir Jasper Byrne ya da Perturbator'dan daha çok havaya sokacak sanatçı yoktur. Zaten şu türün adını gece sürüşü yapsalar kimse itiraz etmez.
Tekrar düşündüm de beyler, merak eder de bakarsanız Carpenter Brut'a da bakın.
-Eyvallah.
-İşte böyle arkaplanda Decade Dance, pembe mor ledli arabamda oturuyordum öyle.
-La ben de onu soracaktım sana. O ledler ne oğlum öyle, çin kerhanesi gibi?
-Sorma be abi. Ben askerdeyken kardeşime vermiştim, içine sıçıp gitmiş pezevenk. Söktüreceğim ama en yakın zamanda.
-Şu günden sonra bok söktürürsün ya neyse. Devam et.
-İşte ben otururken, arabaya sinen sigara dumanını fark ettim. Sigara benim hayatta en nefret ettiğim şeydir.
-Niye la?
-Dur anlatacağım onu da. Neyse, kokuyu daha yeni fark edişim bir yana, kim içtiyse külü zemine bocalamıştı ibne. Bunu yapsa yapsa babam yapardı, zaten kendisi de sigaradan nefret etme sebebim olur.
Benim babam günde en az iki paket içerdi ve iyi bir bok yemiş gibi bunu genelde benim olduğum ortamlarda yapardı. Çocukluğumun her senesinin en aşağı iki haftasını hastanede yatarak geçirdim. On yaşında akciğer filmimi aldıklarında doktor beni sigarayı bırakayım diye ruh ve sinire yolladı. Hadi ciğerleri siktir et, daha tam oturmamışken sesim de bozuldu. Desibelini ayarlayamıyorum şimdi. Yine çocukken, babam bunun için çocuklarını sikip atıyorsa vardır bir hikmeti diyip bir fırt çekmiştim. Ondan sonra da ağzıma sürmedim işte.
-İyi bir şey değil de eski alışkanlık da kolay bırakılmıyor işte.
-...
-Devam et.
-Koku beni bir anda çok kızdırdı. Arabadan çıkıp evin altındaki bakkala yürümeye başladım. Zaten dışı lacivert boyalı bakkal, gecenin koyusu ve sokak lambalarıyla iyice uzay-zamanda bir kırılma olmuş da Bilal Emmi'nin bakkalından geçit açılmış havası veriyordu.
-Abi hatırlıyon mu Star Trek'te de aynı bunun anlattığı gibi bi-
-Piç ettin sorguyu Süleyman az sus da anlatsın lan adam!
-..Tamam abi kusura bakma.
-Anlat sen de.
-İşte neyse, öyle öyle girdim bakkala.
Selamınaleyküm, dedim, Bilal Emmi. Her daim uykusuz olduğundan mütevellit halkalı ve mor gözleriyle cılız Bilal Emmi, ağzını hiç tam kapatmayarak tek tük kömür karası dişlerinden mahrum etmezdi. Adam zaten ölü gibiydi anlayacağınız, o gece de sanki ölmüş de çırak olmayınca mezardan bakkalı açmaya gelmiş havası vardı.
Aleykümselam Hıdır, dedi. Elimi sıktı. Geceyin bu kör vakti ne dolanın la burlarda?
Boşver emmi, dedim. Ufak bakkalı şöyle bir turladım. Bin senelik petibörlerin, zamanında koslanın bedava verdiği yarım litrelik deterjanların, kanserojen plastik dişlerin yanından geçtim. Çam kokusunun yanına gelince gözüm hemen sağdaki mutfak bıçaklarına takıldı. Sonrasını biliyorsunuz zaten.
-Neyi biliyoruz oğlum, anlats-
Kapı çalınır, bir memur içeri girer. İki polis de ona döner.
-Abi emir geldi, sorguyu iptal edin.
-Milletvekilinin kayınçosu falan mıymış lan, niye iptal ediyoruz?
-Bilal Çağlayan dört sene önce ölmüş abi.
-Ney?
-Bu adamın da kimliği sahteymiş. Parmak izi şusu busu da yok. Kimlik tespiti için sabahı bekleyecekmişiz.
-Hay eben. İyi ben eve gidiyorum o zaman. Şu puştu da atın içeri de sab-
-Noldu abi?
-Oğlum adam yok lan?
15 Temmuz 2017 Cumartesi
Sierra Madre - İstenmeyen Son
üst edit: ahdkmd bir yazı attım herkes seçeneklerin uyumsuz ve anlaşılmaz duruşundan şikayet etti. arkadaşlar yazıyı bilgisayarda düzgün okunması için öyle ayarladım. telefona da uyarlanırdı ama bilgisayarda öyle görünce çok uyuz oluyorum ama ille de ben düzgün yazı okumalıyım diyorsanız tarayıcıdan masaüstü siteyi göster diyebilirsiniz ne diyim.
lan o seçeneğin adı kesin bu değildi ya neyse.
----------------------------------------------------------------------------
Günün Şarkısı - Ludovico Einaudi / Experience
----------------------------------------------------------------------------
Sierra Madre'nin hikayesini aslen Fallout: New Vegas adlı oyunda geçen bir bölümden <tam olsun derseniz Dead Money> uyarlıyordum lakin dikkat etmediğim nokta şuydu ki, olaya çok yanlış bir yerden giriş yapmıştım. Baştan ya da sondan değil direkt ortadan bir kısım burası ve aslında yazılabilir olsa da benim yeteneğim bütün karakterleri ve konuyu, olay akışını bozmadan yazmaya yetmiyor. Buradan devam ettirmeyi birkaç kez denedim ve üç kez kuryemizi Sierra Madre'nin açgözlü lanetinden kurtardım ama dediğim gibi, hepsinin eksiklikleri vardı ve istediğim gibi olmadı. Oyunun hakkını vermek istediğim için de yazmaya gönlüm elvermedi. Bu yüzden kumarhanenin kapılarını şimdilik kapıyorum, bizim Fallout maceramız Goodsprings'te <yer adlarını Türkçeleştirmekten vazgeçtim. Aslında gözüme de hoş görünmüyor değil ama... şimdi bilemedim bak> başlamalı. Yine de bir öykünün sonunu okumak herkesin hakkı;
----------------------------------------------------------------------------
=> Ağzında bok tadı ve burnundan ciğerlerine hissedilecek yoğunlukta yayılıp sızlatan acı bir rayiha ile uyandın.
Çevrene şöyle bir göz gezdirince bildiğin Mojave <mo-haa-vi> 'de olmadığını anlıyorsun; etrafa kesif kırmızı bir duman hakim. Bu duman, gökyüzünü görmeni de engelliyor.
Önünde bir fıskiye olduğunu fark ediyorsun, içindeki su fosforlu yeşil renkte parlıyor. Hemen arkasından bir yol uzanıyor.
Ne yapacaksın?
>Elini yüzünü yıka >Envanterini kontrol et >Yola gir
=>Elini yüxünü yıka
=> Böyle bir komut yok, mankafa!
=>Elini yüzünü yıka
=> Kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki radyasyondan iyisi can sağlığı diyor ve elini yüzünü yıkamak için ayağa kalkıyorsun - daha doğrusu bunun için acınası bir çabaya giriyorsun zira dizlerinin üstüne dikelince boynundaki eşek yükü seni aşağıya geri çekip ağırlığından dalı kıran bir hevenk muz gibi düşmene sebep oluyor.
Elini boynuna atınca ALGI seviyen 3 [üç] olduğu için daha önce farkına varmadığın bir tasmayla karşılaşıyorsun.
Epey ilginç bir tasma bu, boynunu çevirince yoğun bir sıvı akışı hissediyorsun. Üzerinde ufak ufak düğmeler ve incecik teller mevcut. Sen tasmayı inceleyedur, Pip-Boy'undan bir bildirim geliyor.
Ne yapacaksın?
>Pip-Boy'u kontrol et >Tekrar ayağa kalkmaya çalış >Tasmayla oyna >Bekle
=>Tasmayla oyna
=> 12 yaşında bir erkek çocuğu heyecanı ile tasmayı kurcalamaya karar verdin fakat şu Allah'ın işine bakın ki, tasma aslında bir bombaymış.
=> Kızıl Teksaslı'nın tabancasındaki yirmi çentik bile ölüme böylesine yürümemiştir.
>Yeniden Dene >Ana Menü >Çıkış
